26 Mart 2009 Perşembe

İkinci Kitap: Yazma Sanatı

İKİNCİ KİTAP:
YAZMA SANATI
ETKİLEYİCİ VE DÜZGÜN ANLATIM İÇİN
KOMPOZİSYON BİLGİLERİ

İÇİNDEKİLER
KOMPOZİSYON BİLGİLERİ 335
YAZIDA KOMPOZİSYONUN ARAÇ VE GEREÇLERİ 342
ETKİLEYİCİ VE DÜZGÜN ANLATIMIN ÖZELLİKLERİ 349
ÖZGÜNLÜK İLKELERİ 361
KOMPOZİSYONUN ÜÇ ÖĞESİ 366
YAZININ ANA BÖLÜMLERİ 376
TASAR (=PLAN) 384
BİLİMSEL YAPITLARDA KOMPOZİSYON 391
YAZMA SANATININ GENEL İLKELERİ 397
YAZMANIN AŞAMALARRI 412
BÖLÜMCE (=PARAGRAF) BİLGİSİ 430
ANLATIM BİÇİMLERİ 445
ANLATI TÜRLERİ 458
SONSÖZ 520





İyi yazmak demek;
iyi düşünmek,
iyi duymak, iyi anlamak,
yani hem kafa, hem de ruh sahibi olmak demektir.
BUFFON





KOMPOZİSYON BİLGİLERİ

KOMPOZİSYON NEDİR?

Kompozisyon ayrı parçaları bir araya getirerek bir bütün oluşturma, düzenleme işidir. Herhangi bir şeyin düzenli ve doğru biçimde yerleştirilmesidir.
Düzenleme, kendi başına ayrı bir yazı türü değildir. Boyutları ve türü ne olursa olsun, kompozisyon belli bir alanda gerekli ilkelere ve yöntemlere uygun olarak bir düzenleme yapma işi ve sonuçta ortaya konulmuş bir yapıttır.
Yazıda düzenleme (=kompozisyon), düşüncelerin, kanıtların, belgitlemelerin öğelerinin, mantık bakımından zincirlenişlerine göre düzen vermek, düşünmek ve yazmak sanatıdır.
Yazın alanında parçalar arasındaki düzenin incelenmesi için ilke olarak, kimi devinim durumundaki yaşamı, zaman içinde gelişen olguları belirleme, gösterme işi vardır. Ayrıca, aynı zamanda, aynı yaşam alanında birbiri üzerine eklenen birçok nesnenin mantıksal bir sıralamayla tasarımlanması gerekir.
Düzenleme, izlenimi verilmesi gereken devinimin (=hareketin) doğasına, özüne göre değişir. Bu durumda bir yazının, bir tablonun, bir yapıtın bölümleri, olgulara ve devinimlerinin önemine göre belirlenir.
Bir sanat yapıtının özelliğini kuran örgeye, ana örge (=leit motif) denir.
Bir roman, bir şiir, bir öykü, bir masal, bir anı, genel olarak her yapıt, bir mektup, bir dilekçe bile, kendine özgü bir kompozisyon (=düzenleme) gerektirir. Kompozisyonun yukarıdaki tanımından da anlaşıldığı gibi, kompozisyon, bir bütün oluşturma, herhangi bir şeyi düzenlemedir. Resim, heykel, müzik, mimari, yazın vb. sanat dallarında ortaya konulmuş her yapıt sonuçta birer kompozisyondur.
Yazın alanında kompozisyonun, devinim (=hareket) kompozisyonu, tablo kompozisyonu, sayım ve mantık kompozisyonu gibi kimi özellikleri olan çeşitleri vardır.
Renklerle, boyalarla yapılan düzenleme (=kompozisyon) beğenilse de beğenilmese de, sanatsal bir değer taşısa da, taşımasa da bir resimdir. Çeşitli çalgılarla, nota ve seslerle oluşturulan kompozisyon ise kulağımıza hoş gelmese de bir tür müziktir. Ancak, okunan gazete ya da dergilerdeki bir hırsızlık, kaza, soygun, cinayet vb. haberlerle ilgili her yazı kompozisyon özelliği taşımaz.
Herhangi bir konunun bir tasarla (=planla) sözlü olarak anlatılmasına sözlü kompozisyon (=sözlü düzenleme) denir.
Sözlü kompozisyon, gelişigüzel bir konuşma biçimi değildir. Bir açık oturum, bir konferans, bir tartışmada ele alınan konularla ilgili derinlemesine gözlem ve bilgi edinilmeden iyi bir konuşma yapılamaz.
Sözlü düzenlemede, düşüncelerimizin kolaylıkla anlaşılmasını sağlayacak bir anlatım yolu izlenmeli, bunun için de konuşmada gerektiğinde atasözlerine, özdeyişlere, deyimlere, fıkralara yer verilmeli, tümcelerin açık ve sağlam kurulmasına özen gösterilmelidir.
Sözlü düzenleme, hazırlıksız konuşma ve hazırlıklı (=tasarlı, planlı) konuşma olmak üzere iki çeşittir.
Önceden, bir konuşma tasarı yapmadan, bir grubun ya da bir kalabalığın önünde belli bir amaç için ortaya çıkıverip yapılan konuşma hazırlıksız konuşma olarak adlandırılır. Önceden bir tasar yapmaksızın güzel ve etkileyici konuşmak bir konuşma sanatıdır. Bunun için iyi bir bilgi birikimi, söz söylenilen kitleyi iyi tanımak, amaca uygun, zengin bir söz dağarcığı, tek düze olmayan düzgün, anlaşılır bir anlatım biçimiyle jest, mimik ve ses tonunun iyi kullanılması gerekir.
Sözlü kompozisyonun diğer bir türü ise söylev, konferans, tartışma, açık oturum, panel, sempozyum, münazara vb. çeşitleri olan hazırlıklı konuşmadır.
Söylev (=nutuk), dinleyenlere belli bir düşünceyi anlatmak, bir duyguyu aşılamak ereğiyle yapılan, coşkulu, güzel konuşmadır.
Konferans, bilim, sanat, yazın, ekonomi, siyasa vb. alanlarda belli bir konuda, dinleyicilere, alanında yetkin bir kişinin bilgi vermek için yaptığı uzun, bilgilendirici, tasarlanmış (planlanmış) konuşma türüdür.
Tartışma, bir konuyla ilgili karşıt düşüncelerin konuşmacılar tarafından karşılıklı olarak öne sürülmesi ve savunulmasıdır.
Açık oturum, belli bir sorunun herkesin izleyebileceği biçimde, açık olarak tartışıldığı bir toplantıdır.
Panel, kimi konuşmacıların katılmasıyla, genellikle bilimsel, toplumsal ya da siyasal bir konuyu ya da sorunu dinleyiciler önünde tartışmak ereğiyle düzenlenen bir toplantıdır.
Sempozyum, bilimsel bir konuda konuşmacıların tartışma amaçlı katıldığı toplantı ya da seminer.
Bir tür tartışma olan münazara, konuşmacıların söyleyeceklerini yazmadan, yazılı bir metinden okumadan yaptıkları hazırlıklı bir konuşmadır. Birbirine zıt görüşlerin savunulması olarak bilinen münazarada belli bir konunun olumlu ya da olumsuz yanları tartışılır. Münazarada önemli olan doğrunun bulunması değil, belli bir görüşün (olumlu ya da olumsuz yanın) güçlü bir biçimde savunulmasıdır.
Kompozisyon denilince bir tablo, bir mimari yapıt, bir buluş, bir endüstriyel tasarım, bir yazı türü için, ne için olursa olsun söz konusu bir şey üzerinde düşüncelerin ve kanıtların en inandırıcı, doğru ve etkileyici biçimde, konuya uygun anlatım teknikleriyle ortaya konulması anlaşılmalıdır.
Yeterli ve gerekli bilgi toplama, okuma, araştırma, inceleme, gözlem, belli bir amaç ve düşünce, akıl yürütme, dilin zenginleştirilmesi olmadan, iyi bir tasar yapılmadan doğru ve etkileyici bir düzenleme (=kompozisyon) gerçekleştirilemez.

Anımsatma:
Kompozisyon, kendi başına bir yazı türü değildir.




Doğruluk, her türlü koşullar içinde meyve verir.
Friedrich von Schiller




YAZIDA KOMPOZİSYONUN
ARAÇ VE GEREÇLERİ

Yazıda kompozisyonun araçları ses, hece, noktalama imleri, sözcük, söz ve hangi dilde yazılacaksa o dilin yazım kuralları ile hangi yazı türünde yazılacaksa o yazı türünde nelere dikkat edilmesi gerektiğinin, nasıl yazılacağının bilinmesidir.
Düzgün ve etkileyici bir anlatım için bunları bilmek yeterli değildir. Yazıda kompozisyonun gereçlerini de iyi tanımamız, bilmemiz gerekir.
Yazıda kompozisyonun gereçleri duyularımızla varlığını anladığımız, anlayamadığımız ya da kavrayabildiğimiz, kavrayamadığımız canlı, cansız, soyut, somut bütün varlıklardır. Varlık, bir şey yapmak, ortaya bir şey koymak, bir ürün oluşturmak için bilinmesi, tanınması gereken ve onlarsız bir şey yapılamayan nesne ya da nesnelerdir. Varlık, bilinçten bağımsız olarak varolan evren; evrendeki her şeydir.
Her varlığın kendine özgü nitelikleri, gizleri vardır. Yazıda gereç olarak kullanmak zorunda olduğumuz nesnelerin kendine özgü özelliklerini, nesnelerin birbirleriyle olan ilişkilerini, aralarındaki tarihsel, eytişimsel bağı ve gizlerini görebilirsek yazmakta ya da başka bir yapıt ortaya koymakta güçlük çekmeyiz.
İyi ve doğru yazmak isteyen her kişi nesnelerin kendine özgü gizlerini, aralarındaki bağı, neden-sonuç ilişkilerini araştırarak derinliklerine inebilmek, kavramak, nesneleri her yönüyle tanıyarak önyargılardan kurtulmak, öz olarak o güne kadar bilinen yanlışları yinelemeden düşünmek için sabırla, tutkuyla, titizlikle bilimsel bir çaba göstermelidir.
Her yapıt bir araştırma, inceleme, mantık yürütme, düşünme, tasarım sonucunda ortaya konulur ve elbette kimi doğru ya da yanlış öngörü, öneri, yargı, az ya da çok sanatsal özellik taşır. Önemli olan ortaya konulacak yapıtın doğruları ne kadar yansıttığını, taşıdığı sanatsal değerleri ve bilimsellik yanını göz ardı etmemek, yanlış öngörü, öneri ve yargılardan kurtulabilmektir.
Yazıda kompozisyonun gereçlerinden biri de düşüncedir. Düşünce, düşünme sonucu ulaşılan, düşünmenin ürünü olan görüştür. Varlıkların zihnimizde aldığı biçim ya da anlamdır.
Felsefede düşünce, düşünme eyleminin içeriği; ilke, kişiyi yönlendiren, yöneten savdır (öne sürülerek savunulan düşünce). Düşünce olaylara, düşünülere, durumlara vb. şeylere biçilen değer, bir şey konusunda olumlu ya da olumsuz varılan yargıdır.
Düşünce kavrama, karşılaştırma, değerlendirme gibi yollara başvurularak, kişi, durum ya da nesnelerin eleştirici bir biçimde değerlendirilmesi sav ile karşı savdan bir sonuca varma işi, akıl yürütme sonunda varılan sonuçtur. Düşünce, bir şeyin ya da iki şey arasındaki bağıntının gerçekliğini olumlu ya da olumsuz yolda sonuca bağlayan gerçekleşmiş, olup bitmiş bir iş, bir eylem, bir dünya görüşüdür.
Düşünce, öz olarak 'güzel-çirkin', 'iyi-kötü', 'doğru-yanlış', insanın kendisini, kendisi dışındaki varlıkları, olayları, olguları, dünyayı ve bütünüyle evreni mantıklı-mantıksız, olumlu ya da olumsuz kavrayıştır.
Her yapıt mutlaka bir düşünce, başka bir deyişle bir dünya görüşü, bir ideoloji, bir ülkü ya da inanç taşır. Saf bilimsel, sanatsal kaygıyla, ideolojik yaklaşımlardan bütünüyle yalıtılmış, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek bütünüyle ideolojik tavırdan, düşünceden uzak bir yapıt ortaya konulamaz.
Ortaya konulan yapıtın herhangi bir ideolojiyle ilişkisi olmadığını, salt bilimsel, sanatsal ya da sırf inançsal olduğunu iddia etmek, ortaya konulan yapıtın düşüncesizliğini iddia etmekle eşanlamlıdır. Hiçbir yazar öğretilerden (=ideolojilerden) bağımsız, anlamsız, düşüncesiz bir yapıt ortaya koyamaz. Düşüncesiz (=ideolojisiz) bir yaşam, beyinsiz ya da beynin işlevini yitirdiği yoğun bakım durumunda bitkisel ya da psikoterapi gerektiren, özünde bunalımlı, yanına suç ortağı isteyen, kendi gereksinimlerinden, saplantılı düşüncelerinden başkasına ve eleştiriye tahammül gösteremeyen, hoşgörüsüz, yabanıl (=vahşi), yırtıcı, bir yaşam biçimidir.
İnsan duygusal bir varlıktır ancak duygusallıktan uzak durabildiği, başkalarının etkisiyle oluşan önyargılarından kurtulabildiği, olayları, olguları kişisel, öznel görüşünden bağımsız olarak kavrayabildiği ölçüde, her bir şeye nesnel (=objektif) bakabildiği ölçüde bilimsel düşünür. Bilimsel bilgi, bilimsel düşünce bilime dayanan, yöntemli, genel, nesnel ve doğruluğu yaşamda pratikle, deneyle, uygulamayla kanıtlanmış bilgidir. Bilimsellik taşımayan düşünce ya da görüşler ise bilimdışı inanç ya da boş inançtır. Demek ki bir yazar için iki seçenek var: Ya bilimsel bir tutum, davranış biçimini benimseyerek onurlu bir yaşam sürmek ya da bilim dışına düşerek her düşünceye inanan onun bunun oyuncağı olmak.
Yazıda kompozisyonun bir gereci de duygudur. Duygu ya da eşanlamıyla his, duyularla algılama, duyumsamadır. Duygu, bir olay, bir kimse ya da bir nesnenin insanın iç dünyasında oluşturduğu, uyandırdığı yankı, etki, tepki, izlenimdir. Duygu, önceden sezebilme yetisi, önsezi ya da kimi şeyleri ahlaki (=etik) ve estetik yönden değerlendirebilme yeteneğidir. Duygu, eylemlerimizden, düşüncelerimizden bağımsız bir özellik taşıyan bilinçli duyumlarımızın tümüdür.
Duyguyu önde tutan, duygulardan aşırı ölçüde etkilenen, kimseye duygucu ya da duygusal; duyguya ağırlık veren tutuma, kendini duygularına kaptırma yönsemesine duyguculuk; duygularının güdümüne girmeye, duygularıyla davranabilecek bir ruh durumunda olmaya duygusallaşmak denir.
Hayal (=düş) olmadan herhangi bir kompozisyon oluşturulamaz. Türkçede hayal (=hulya, düş, imge, imaj) genel olarak, düşsel olarak tasarlanan ve gerçekleşmesi özlem olarak duyumsanan şeydir.
Ruhbilimde imge (=imaj, hayal) duyusal bir uyaran söz konusu olmaksızın bilinçte beliren nesneler ve olaylardır. Duyu organlarının dıştan algıladığı bir nesnenin bilince yansıyan benzeri, görüntüsüdür.
Felsefede bir nesneyi doğrudan doğruya yeniden tanımaya yarayacak bir biçimde göz önüne getiren şeye, duyu organlarıyla algılanmış bir şeyin somut ya da düşünsel bir kopyasına hayal (=düş), bilginin insan bilincinin dışında varolan nesnel gerçeklikten duyumlar aracılığıyla yansıyan imgelerle, imajlarla oluştuğunu öne süren kurama da imge kuramı denir.
Edebiyatta düş, beş duyumuzdan biriyle algılanan ve zihinde yer tutan bir şeyin ya da varlıkların kendisini göremesek de zihinde kalmış izleridir. Düş, yazınsal ürünlerde, özellikle de şiirde dile getirilmek isteneni daha canlı, daha etkili, duyumsanabilir, göz önüne getirilebilir bir biçimde anlatmak için, onunla başka şeyler arasında bağlantı kurularak zihinde canlandırılan yeni biçimlerdir.
Yazında imgeye ağırlık veren sanat anlayışına imgecilik adı verilir. İmgecilik ya da imajizm, 20. yüzyılın başlarında İngiltere’de, ozan Richard Aldington tarafından kurulmuş, daha sonra Amerika’da Ezra Pound, T. E. Hulme, Hilda Doolittle gibi ozanlarca benimsenerek güçlendirilmiş, duygusallık ve romantizmden kaçınan, kısalığı, kesinliği, açıklığı yeğleyen, görselliğe, görüntüye, imgeye önem veren bir şiir akımıdır.
Yazıda kompozisyonun diğer bir gereci olaydır. Olay (=görüngü) varlıkların biçim, durum, devinim vb. yaşantısındaki değişimler, bir olgu olarak yer alan, geçen her şey, yaşamın bilinen ya da bilinmeyen akışının yön değiştirmesidir. İlgiyi çeken ve çekebilecek olan her türlü eylem ya da tarihte yer alan önemli olgulardır. Olay (=görüngü) öykü, roman, oyun, şiir, masal gibi yazınsal ürünlerde konuyu geliştiren olguların tümüdür.
Yazında, konuyu oluşturan olaylar dizisinin birbiriyle bağlantısından oluşan bütüne olay örgüsü, olaya ağırlık veren, merakı (anlama, görme, öğrenme isteğini) kamçılayan öykü türüne olay öyküsü adı verilir.
Bir tiyatro oyununda ya da filmde yer alan olguların tümüne ya da roman, öykü, masal gibi yazınsal ürünlerde başı ve sonu belirlenmiş zincirleme bir gelişimi içine alan, olguların olasılık ve zorunluluk ölçüleri içinde geliştiği bütüne olaylar dizisi denir.

Felsefede, duyularla algılanabilen, gözlenebilen her şey, her olgu ve olaya görüngü (=fenomen); ruhbilimde, belirli bir anda ve yerde (mekanda) kişinin kendisiyle birlikte algılayabildiği nesnelerin tümüne görüngü alanı denir.

Toplumbilimde, olayların incelenmesinde tek doğru yöntem bulunduğunu, olaylara ilişkin insan bilgisinin ancak duyu organları aracılığıyla ve onların olanakları, yeterlikleri ölçüsünde elde edilebileceğini öne süren görüşe ya da felsefede, görüngülerin, olay ve olguların, nesnenin özüne varmaya ulaşan felsefe yöntemine görüngüler öğretisi; olaybilim ya da eşanlamıyla görüngübilim (=fenomenoloji) adı verilir. Gerçek olanın yalnızca görüngüler (=olaylar) olduğunu öne süren görüş, felsefede olaycılık (=fenomenizm) olarak bilinir.

Zihnimizde ne kadar düşünce ve hayal varsa, sözcük ya da söz dağarcığımızda da o kadar sözcük var demektir. Düşünce ve hayallerimizi zenginleştirmenin en güzel, en eğlenceli, en tehlikesiz bir tek yolu var: OKUMAK, OKUMAK, OKUMAK...

İnsan okudukça, okuduğunu daha iyi anlayabilmeli, okudukları arasında tarihsel, eytişimsel bağlantılar kurabilmelidir. Doğruları, yanlışları, olasılıkları, gerçeklikleri, gerçek olmayanları ayırt edebilmelidir. Edindiği bilgileri duygularına yenilmeden düzenleyerek, insanca, onurluca yaşayabileceği bir yaşam biçimi oluşturabilmelidir.
Yazılan her kitap ya da ortaya konulan bir yapıt, yaratıcılığın yazılı ya da görsel bir kanıtıdır. Okunan her kitap da, yaratıcılığa, değişime, insan yaşamını iyileştirmeye, gelişmeye ve doğayla uyumlu bir yaşam oluşturmaya doğru atılan bir adım olmalıdır. Bu anlamda, bu amaçlar dışında okumak ya kötülük etmek için okumak ya da boşuna okumaktır.
Söz, sözlü ya da yazılı anlatımda duygu, düşünce ve isteklerimizi anlatan sözcük dizisi olduğuna göre, sözü oluşturacak sözcüklerin seçimine, dizimine ve dilbilgisi kurallarının uygulanmasına gerektiği kadar önem verilmelidir.



ETKİLEYİCİ VE DÜZGÜN ANLATIMIN ÖZELLİKLERİ

Bir önceki bölümün girişindeki bilgileri burada yinelemenin sanırım bir sakıncası yoktur.
Düzgün ve etkileyici bir anlatım, en azından şu nitelikleri taşır:
1. Dilbilgisi kurallarına uygunluk.
2. Düşüncede sağlamlık.
3. Açıklık, duruluk, akıcılık, yalınlık
4. Anlatım için gerekli en uygun sözcüklerin seçimi ve diziminde özen gösterilmesi.
5. Yalın biçem (yalın üslup): Gereksiz uzatmalardan, gösterişli imgelerden, süslü benzetmelerden, eğretilemelerden uzak, sade biçem. Sözün özlü olması (gereksiz sözcüklere yer verilmemesi).
6. Sözde bir iç uyum (=ahenk) olması.
7. Sözün uzunluk ve türde değişiklik göstermesi.
8. Öğelerin tümcede yerlerinin değiştirilmesi
9. Etkileme gücü olması.
10. Bellekte kalıcı olması.
11. Özgün olması.
* Bu nitelikler birbiriyle bağlantılıdır.



AÇIKLIK, DURULUK, AKICILIK, YALINLIK

Anlatım, anlatmak eylemi ya da biçimidir. Bir dilde sözcük ve sözdizimiyle deyiş, anlatım, biçem arasındaki ilişkileri konu alan, biçemleri, biçem yöntemlerini yazınsal ve dilbilgisel ilkelerle araştıran, inceleyen bilim dalına anlatımbilim ya da eşanlamıyla biçembilim ( = stilistik ) denir.
Açıklık, sözle ya da yazıyla anlatılanın kolayca anlaşılır olma özelliği; gerçeği olduğu gibi yansıtma durumu; bir konuyu ya da sorunu anlaşılır kılmaktır.
Yazında bir başarı olan açık anlatım, felsefede gerekli ve zorunludur. Herkesin bildiği gibi, bilinen iyi anlatılır. Anlatılamayan bilgi varsayımı, ne yazık ki, bilgisizliği gizlemek için uydurulmuştur.


Açık anlatımın özellikleri şunlardır:

Sözcükleri yerinde kullanabilmek, tümcenin öğeleri arasında kurala uygun bağlantıyı kurabilmek, tümceleri birden çok anlama gelebilecek bir biçimde oluşturmamak; duygu ve düşünceyi anlaşılmaz bir duruma getirmemekten, güç anlaşılırlıktan korumak; kuşkulu düşünce ya da bilgileri kullanmamak, kavramları her türlü bulanıklıktan kurtarmak, sözü karmakarışık etmeden söylemek. Öz olarak, anlatım bozukluğu yaratacak durumlardan kaçınmak. Bütün bunlar açık anlatımın koşullarıdır. Bu koşulların yerine getirilmediği anlatım biçimi, bir anlatım bozukluğudur.

Arılık (=duruluk), yazılı ve sözlü anlatımın yabancı sözcüklerden, gereksiz sözlerden, uzatmalardan ve süslerden arındırılmış durumudur. Ali Püsküllüoğlu’nun kendi yapıtı olan Türkçe Sözlük’ te yer alan “arılık” sözcüğüyle ilgili örnek tümcesi, bir atasözü niteliğinde: Yazıda arılık, anlamada kolaylıktır. Bu sözde de vurgulandığı gibi, arı anlatım, dolaysız anlatım sözün kolay anlaşılmasını sağlar.
Günümüz Türkçesinde anlatımda arılık, Öz Türkçe sözcüklerin yeğlenmesiyle sağlanabilir. Atatürk önderliğinde kurulan Türk Dil Kurumu’nun neredeyse yüz yıldır süren uğraşıyla dilimizin arınmasına hız verilmiş ve bugünkü Türkçeye ulaşılmıştır. Türkçenin bundan böyle artık yabancı sözcüklere gereksinim duymadan, anlatamayacağı hiçbir şey yoktur.

Arı ve açık anlatım; (bir hoşluk yaratmak ereğiyle söylemek gerekirse), bir bakıma dolaysız ve ‘sözlüksüz’ anlaşılabilen anlatımdır.
Akıcılık, söz ve yazıda anlatımın, karmaşıklıktan uzak, dil ve düşünce yönünden güçlük çıkarmadan anlaşılma özelliği taşımasıdır.
Sözlü ya da yazılı anlatımda söylenmesi güç sözcükler, içinde birçok terimin ya da kavramın bulunduğu tümceler, çok uzun ve karmaşık sözler anlatımın akıcılığını bozar.
Kemal Gariboğlu’ nun dediği gibi: Akıcılık, sözcüklerin seçiminden ve söz dizimindeki uygunluktan gelebileceği gibi, hayal ve düşüncelerin düzenindeki dengeden de doğabilir.
Açıklık, arılık ve doğallık, okurla yapıt arasındaki etkileşim, yapıtın içeriği, bir yapıta akıcılık kazandıran özelliklerin başında gelir.
Kimi yazarların yapıtlarının her zaman aranır ve aynı eserin kimi okurlarca pek çok kez okunmasının nedeni, içerik bakımından okurun yapıta olan ilgisinin canlı tutulması ve yapıta kazandırılan akıcılık niteliğidir.
Kompozisyon bilgilerini yazarken, yapıtından yararlandığım Kemal Gariboğlu’ nun emeğine bir saygı anlamında, onun bir önerisine de yer vererek, kompozisyonda yalınlık konusuna geçmek istiyorum.
Kemal Gariboğlu, “Örnekli Kompozisyon Bilgileri (Lise: I – II – III)” adlı kitabında diyor ki: Yazarların anlatım özelliklerini daha iyi kavrayabilmek ve bir kanı sahibi olabilmek için, onların birçok yapıtlarını okumak yoluyla, bu yapıtlardaki sözcüklerin seçimine, söz kuruluşlarına ve bu sözlere yüklenen anlam ve kavramlara eğilmek gerekir.
Açık anlatımın bir özelliği de yalınlıktır. Yalınlık genel olarak, bileşik ya da karmaşık olmama durumu, yalın olma özelliğidir. Yazılı ve sözlü anlatımda yalınlık (=sadelik), gereksiz uzatmalardan, zorlamadan, süsten uzak, kolayca anlaşılabilirliktir. Önemli olan anlatımın, edebi sanatlarla süslenmesi değil, önemli olan, sözlü ya da yazılı anlatımın içeriği ve kolay anlaşılır olmasıdır.



ANLATIM BİÇİMİ - BİÇEM (=ÜSLUP)

Biçem (=üslup) genel olarak, anlatma biçimi, deyiş (=söyleyiş) ya da yapış biçimidir.
Anlatım özelliği bir çağa, bir döneme, bir ülkeye ya da bir sanatçıya özgü teknik, renk, söyleyiş, anlatı, dile getirme, belirtme ve biçimlendirme özelliğidir.
Sanatçının anlatma ya da yapma yolu, anlatış özelliği; duygu, düşünce ve düşlerin sanatçıya özgü anlatım biçimidir. Eşanlamlı karşılıklarıyla biçem, üslup, stil, tarz, anlatı, söyleyiş ve biçimlendirme tekniğidir.
Biçeme önem veren, biçemi kendine özgü olan, biçemde usta olan, biçemine özenen, biçemi beğenilen sanatçıya biçemci (=üslupçu); biçeme önem verme, biçemci olma durumuna, biçeme gösterilen tutku düzeyinde özene, biçemcilik ya da eşanlamlı karşılığıyla üslupçuluk denir.
Üsluplaştırmak, doğal biçimlerin görünüş özelliklerini yitirmeden yalınlaştırılmasıyla bir motif oluşturmaktır.
Yalın biçem (=yalın üslup): Gereksiz uzatmalardan, gösterişli imgelerden, süslü benzetmelerden, eğretilemelerden uzak, sade biçemdir. Yalın biçem, sözün özlü olması, anla-tımda gereksiz sözcüklere yer verilmemesidir.
Gerçek ya da tasarlanmış düşsel olayları, kişinin ilgisini çekecek biçimde anlatan, romandan kısa düzyazılara anlatı türleri; roman, öykü, masal gibi yazınsal türlerde bir olay dizisini anlatma biçimi ya da öykülemeye anlatı denir.
Yalın biçem, anlatımın olanaklar ölçüsünde az sözcükle anlatılması, dolambaçlı ve birçok gereksiz, yararsız sözcüklerden kaçınılmasıdır. Az ve öz sözcükle anlatımın etkili olabilmesidir.
Yalın biçem için yazının, gereksiz, anlamsız, anlatımı uzatan, zorlaştıran söz ya da sözcük öbeklerinden temizlenmesi gerekir.
Basmakalıp ve başkaları tarafından söylenmiş sözlerin yinelenmemesine dikkat edilmelidir.
Her sanatçının kendine özgü bir anlatış biçimi vardır. Sanatçıların birbirinden ayrı anlatış biçimine anlatım özelliği, biçem, üslup ya da eda adı verilir.

Anlatım özelliği denildiğinde şunlar anlaşılır:

1. Tümcelerin çok uzun ya da kısa oluşturulması.
2. Az sözle çok şey anlatması.
3. Anlamın yüzeysel kalması.
4. Anlatıda yazınsal sanatların az ya da çok yer alıp almaması.
5. Sözdiziminde günlük konuşmalardaki doğallıktan, gelişigüzellikten yararlanılması. 6. Beşincinin tersi olarak oldukça kurallı davranılması.
7. Konu (=tema) seçimi, seslenilen (=hitap edilen) okur kitlesinin niteliği.
8. Sanatçının içinde yer aldığı sanat akımı-nın dil ve sanat anlayışı.
9. Sanatçıyı yönlendiren duygular, düşünceler (=ideoloji) ya da felsefi anlayış.
10. İçinde bulunduğu toplumsal yaşam biçimini (=yaşam tarzını) kavrayış.
11. Genel olarak yaşamı sosyokültürel, ekonomik ve siyasal yönleriyle algılayış.
12. Bütün bu sayılanların hepsini de kapsayan evrensel olgulara sanatçının bakışı ve durumu.

Bütün bunlar sanatçının anlatım özelliklerini, sanatsal biçemini (=üslubunu) biçimlendirir.



SÖZDE İÇ UYUM (=AHENK)

Türkçede uyum, genel olarak bir bütünün parçaları arasında bulunan ya da bulunması gereken uygunluktur.
Uyum, şiirde dizeleri ya da düzyazıda tümceleri oluşturan sözcüklerin, sözcük öbeklerinin sıralanışlarından, birbirleriyle olan ilişkilerinden doğan ve okurda estetik duygular uyandıran düzenlemedir.
İç uyum, şiirde olduğu kadar, düzyazıda da önemlidir.
Sözcüklerin, anlatılmak istenen düşünceye uygun olarak seçilmiş olması, iç uyumu bozan sözcüklere anlatımda yer verilmemesi, seslerin yumuşaklık, sertlik, kalınlık, incelik yönlerinden aralarında bir iç uyum oluşturmalarına özen gös-terilmelidir.



TÜMCELERİN
ÇEŞİTLİ UZUNLUK VE TÜRDE OLMASI

Sözün çeşitli uzunluklarda olması, yalın ya da bileşik tümce olması anlamında değildir. Sözün uzunluğu ya da kısalığı, tümcenin taşıdığı düşüncenin, anlamın önemine göre değişir. Eğer sıradan bir yargı, durum ya da düşünce belirtil-mek isteniyorsa söz dizisi de kısa olur.
Anlatılmak istenilenler kısa ya da uzun olabilir, önemli olan kısa tümcelerin ya da uzun tümcelerin yazıda dengeli bir biçimde değişik yerlere yerleştirilmeleridir.
İş olsun diye bileşik ya da sıralı tümce oluşturulmaz. Öyle bileşik tümceler olur ki küçük birer değişiklikle birer nokta ile kolayca birbirlerinden ayrılarak, bileşik tümceyi oluşturan yan tümleciklerin her biri birer bağımsız tümce oluverirler.
Devrik tümce kuruluşlarında anlatım bozukluğu olmamasına dikkat edilmelidir.
Anlatıma zenginlik, farklılık kazandıran bir başka şey ise, eylem zamanlarını değişik kullanmak, eylem zamanları arasında anlam kaymaları oluşturabilmektir.



TÜMCEDE ÖĞELERİN YERLERİNİN DEĞİŞMESİ

Öğelerin tümcede sıralanmasında değişik yerler almalarına dikkat ederek, gereken önem verilmelidir. Türkçede önemli öğelerin tümcenin yüklemine yaklaştırıldığını ya da yüklemin yanında bulunduğunu biliyoruz.
Kimi sözlerde ya da düşüncelerde yüklem, özne ya da tümleçler daha çok önem taşıyabilir. Düşünce ya da sözün vurgulamak, belirtmek istediği anlama göre öğeler de tümcede değişik yerlerde bulundurulmalıdır.
Tümcede öğelerin yerlerinin değiştirilmesi yalın tümcelerde olduğu gibi bileşik ya da sıralı tümcelerde de gerçekleştirilebilinir.




Hak bellediğin yolda, yalnız gideceksin.
TEVFİK FİKRET




ÖZGÜNLÜK İLKELERİ

Bir yapıta sanatsal değer kazandıran özelliklerden biri özgünlüktür. Özgünlük, özgün olanın niteliğidir. Özgün olan nedir? Özgün olan, genel anlamıyla yalnız kendine özgü bir niteliği olan, ilk kez yapılmış olan, başkasına benzemeyen, değişik ve ilginç yönleri bulunan, taklit ya da kopya olmayan demektir.
Bir buluş, bir düşünce sonucu yaratılan, benzerlerinden değişik ve üstün olarak nitelendirilen, örnek diye alınmaya değer görülen bir yapıt, özgün bir yapıttır.

Bir yapıtta ya da bir kompozisyonda:
1) Düşüncede özgünlük.
2) Duyguda özgünlük.
3) Düşte özgünlük.
4) Anlatımda özgünlük.
5) Tasarımda özgünlük aranır.

Bir yapıt, bu özelliklerin en azından birini ya da bilinen başka özgün bir özellik taşımıyorsa, özgün bir yapıt olarak nitelendirilemez.



1. DÜŞÜNCEDE ÖZGÜNLÜK

Bir yapıtta, yazıda ya da konuşmada öne sürülen ve açıklanıp kanıtlanmaya çalışılan temel düşünceye anadüşünce denir.
Genel olarak düşünce, düşünme sonucu ulaşılan, düşünmenin ürünü olan bir kimseye özgü görüş, dış evrenin kişinin zihnine yansıması, düşünme yetisi, tasarı, niyet, kaygı, sıkıntı, tasadır. Düşünme eyleminin içeriği; ilke, yönetici savdır. Bkz: Yazıda Kompozisyonun Araç ve Gereçleri
Her insan herhangi bir şeyle ilgili olarak değişik biçimlerde düşünebilir, çeşitli düşünceler ortaya koyabilir. Bir şey ya da bir konu üzerinde belirtilen bir düşünce, başkalarını yeni, değişik bir yönde düşünmeye yöneltebiliyor ya da önceden edinilmiş düşünceleri ya da önyargıları etkileyebiliyor yeni bir biçim oluşturabiliyorsa o düşüncede bir özgünlük var demektir.
Bir şeyle ilgili olarak, eskiden beri söylenilmiş bir düşünceyi ya da aynı bakış açısını değişik sözcüklerle yinelemek hiçbir özgünlük (=orijinallik) taşımaz.



2. DUYGUDA ÖZGÜNLÜK

Duygu ya da eşanlamıyla his, duyularla algılama, duyumsamadır. Bir olay, kimse ya da nesnenin insanın iç dünyasında oluşturduğu, uyandırdığı yankı, etki, tepki, izlenimdir. Duygu, önceden sezebilme yetisi, önsezi ya da kimi şeyleri ahlaki (=etik) ve estetik yönden değerlendirebilme yeteneğidir. Duygu, eylemlerimizden, düşüncelerimizden bağımsız bir özellik taşıyan bilinçli duyumlarımızın tümüdür.
Bkz: Yazıda Kompozisyonun Araç ve Gereçleri

Her insan bir olay, bir olgu, bir şey karşısında ya da başkalarının içinde bulunduğu bir durumla ilgili olarak duygulanır.
Duygusuz bir insan olabilir mi? Duygusuz bir insan ya duygulanma yetisini yitirmiş ya da duyguları başkaları tarafından köreltilmiş, ‘ölmüş’ bir insandır.
Ancak öyle bir ana, öz çocuğunu öldürebilir ya da acıma duygusu öldürülmüş, köreltilmiş, duyguları felç olmuş bir insan başkasına işkence edebilir. (Öyle olmasa, bir insan işkencenin bir insanlık suçu olduğunu bile bile, tanımadığı in-sanlara zarar verebilir mi? Öyle olmasa bir ana, öz çoğunu öldürebilir mi?) Kaldı ki bu insanlar da bütünüyle duygusuz yaratıklar değildir. En azından bir korku ya da herhangi bir nedenle öç alma duygusu taşırlar.
Öz olarak her insanda duygulanma gözlenebilir. Her insan duygularını, içinde bulunduğu andaki ruhsal durumuna göre, kızgınlık, öfke, umursamazlık, sevinç, coşku, şaşkınlık, utanç, üzüntü vb. değişik biçimlerde belirtir.
Yazıda işlenen duygu parçalarının tümünü kapsayan ve yazının teması demek olan anaduygunun ve diğer duyguların basmakalıp sözlerle değil kişiye özgü yansımalarıyla etkili olarak anlatılması gerekir.



3. DÜŞTE ÖZGÜNLÜK

Edebiyatta düş, beş duyumuzdan biriyle algılanan ve zihinde yer tutan bir şeyin ya da varlıkların kendisini göremesek de zihinde kalmış izleridir. Yazınsal ürünlerde, özellikle de şiirde dile getirilmek isteneni daha canlı, daha etkili, du-yumsanabilir, göz önüne getirilebilir bir biçimde anlatmak için, onunla başka şeyler arasında bağlantı kurularak zihinde canlandırılan yeni biçimlerdir.
Bir yazı ya da yapıttaki düşte özgünlük, bir şeyi başkalarının düşündüğünden farklı biçimlerde düşünerek zihinde canlandırmak, hazırlamak, oluşturmak ve etkili bir biçimde anlatmaktır.
Bkz: Yazıda Kompozisyonun Araç ve Gereçleri



4. ANLATIMDA ÖZGÜNLÜK

Anlatımda özgünlük, yapıtta yer alacak duygu, düşünce, düş ve tasarımın inandırıcı ve bilinen anlatımlardan farklı, anlatım özelliklerinin olması demektir.
Her yazarın ya da sanatçının kendine özgü bir anlatımı vardır.
Bkz: Yazıda Kompozisyonun Araç ve Gereçleri



5. TASARIMDA ÖZGÜNLÜK

Bir şeyin biçimini zihinde oluşturmaya, biçimlendirmeye, algılanmış olan bir olayın ya da nesnenin bilinçte sonradan ortaya çıkan imgesine tasarım denir.
Her tasarım kişiden kişiye farklılıklar gösterebilir.
Tasarımda özgünlük kişiden kişiye değişiklik gösteren tasarımların etkileyici bir biçimde ortaya konulmasıdır.


Anımsatma:

Öz olarak özgünlük, duygu, düşünce, tasarım, düş ve anlatımın, işlenecek konuya göre, her kişinin kendisine özgü bir duruş ve kavrayışla gerekli bilimsel, sanatsal teknikleri kullanarak, etkili ve düzgün bir biçimde ortaya koymasıdır.



KOMPOZİSYONUN ÜÇ ÖĞESİ

Her yapıtta, konu, anadüşünce ve tema olmak üzere üç ana öğe bulunur.


KONU VE ANADÜŞÜNCE

Konu ile temayı birbirine karıştırmamak gerekir.
Konu, konuşmada, yazıda, yapıtta ele alınan, işlenen düşünce, olay ya da durumdur.
Yapıtın ya da kompozisyonun gücü, ele alınan, işlenen konuyla ilgili bilgi düzeyimize bağlıdır. Kompozisyonu oluşturacak konuyla ilgili ayrıntılı, zengin biri birikimi gereklidir. İnsan iyi bildiği bir şeyi iyi anlatır. İşlenecek konuyla ilgili bilgileri yeterli düzeyde olmayan bir kimse yazma tekniklerini ne kadar iyi bilirse bilsin ortaya iyi bir şey koyamaz.
Her konu kendine özgü farklılıklar taşır. Anlatımın biçimi ya da anlatım teknikleri de işlenecek konunun içeriğine, niteliğine göre değişir.
Sanatsal bir üründe konu, geniş ya da dar kapsamlı olarak ele alınır.
Geniş kapsamlı (=genel konular) doğada ve insan yaşamında varolan dağ, deniz, mevsimler, sevinç, üzünç vb. her şey genel ya da geniş kapsamlı konular içinde yer alır. Bir yapıtta, geniş kapsamlı konu içinde yer alan bir şey etkileyici bir biçimde ancak sınırlandırılarak işlenebilir.
Genel konularda sınırlandırma, sanatçının görüş noktasını belirlemesi için gereklidir. Görüş noktasını belirlemeyen ya da belirleyemeyen bir kişi ne yapacağını, ne yazacağını, nasıl bir ürün ortaya koyacağını bilemeyeceği gibi konunun öğelerini de belirleyemez.


KONUNUN ÖĞELERİ

Yazınsal bir üründe konu, konunun dayanağı, konunun görüş noktası, konunun görüş açısı ve konunun yazı türü olmak üzere dört öğeden oluşur.

1. Konunun Dayanağı (=Anadüşünce, Ana fikir)
Dayanak (=istinatgah, mesnet), Türkçede genel olarak, dayanılacak, destek alınacak şeydir. Değişmece anlamlarıyla dayanak, öne sürülen bir düşünceyi, bir savı güçlendirmeye yarayan kanıt, yardımcı, güç verici destektir.
Bir mimari terimi olarak dayanak, dayanma ayağıdır.
Felsefede dayanak, bir gerçekliğin onaylanması için olayın arkasında ya da altında bulunan ana öğedir.
Bir yapıt, konunun dayanağından (=anadüşünce, ana fikir) güç alır. Yapıtta bulunan diğer düşüncelerin tümü, konunun dayanağının çevresinde toplanır. Yapıtın başlığı ya da adı da işlenen anadüşünceye göre belirlenir.
Bir yazarın ya da sanatçının kendi düşünce, görüş, anlayış ve sezgisine göre ele aldığı konunun anlatımında temel aldığı ve başkalarının da anlamasını istediği düşünceye anadüşünce (= ana fikir) denir. Anadüşünce yapıtın özüdür.
Anadüşünce (=ana fikir), konu değildir. Anadüşünce, yapıtta anlatılanlardan çıkan ya da anlaşılması gereken düşünce ya da sonuçtur. Konu, anadüşüncenin ortaya konulmasını sağlayan anlatılan şeylerdir.
Bir yapıtta anadüşünce çevresinde kimi duygu ve düşünceler sıralanabilir, bunlara yapıtta anadüşünceyi destekleyen ve bütünleyen yardımcı düşünceler (=yardımcı fikirler) denir.
Yardımcı düşüncelerle, anadüşünce arasında mantıksal uygunluk olması gereklidir. Yazıda, düşünceler arasında mantıksal uygunluk sağlanamazsa, yardımcı düşüncelerin, yapıta bir yararı olmayacağı gibi, yapıtın bütünlüğü de bozulur. Yardımcı düşünce anadüşünceyle mantıksal ya da tutarlı bağlantıları olduğu ölçüsünde değer kazanır.
Titizlikle hazırlanmış bir yazıda kaç tane paragraf varsa o kadar da yardımcı düşünce bulunur. Özenle hazırlanmış her bölümce en az bir yardımcı düşünce taşır.
Ortaya konulan kimi yapıtlarda birden çok anadüşünce varmış gibi görünse de, bütün yapıtlarda, aslında bir tane anadüşünce bulunur. Bir yapıtta, anadüşünce dışındaki diğer düşünceler, temadır, yazın alanında tema (=tem) olarak adlandırılır. Tema ile yardımcı düşünceyi ya da tema ile konuyu birbirine karıştırmamak gerekir.
Anadüşünce, bir yapıtın ortaya çıkış nedenidir. Hiçbir yapıt durup dururken iş olsun diye yazılmaz. Her yapıtta savunulan bir düşünce ya da insanlara iletilmesi istenilen bir şeyler vardır. Anadüşünce, bir yapıtta sağlamca ortaya konulabilmişse, yapıt da kimi güç durumlara katlanabilir, her şeye karşın uzun süre zarar görmeden varlığını, dayanıklılığını koruyabilir.


2. Konunun Görüş (=Bakış) Noktası

Görüş noktası, dayanağı belirlenen bir konunun anlatım yönünün saptanmasıdır.
Konunun görüş noktası, anadüşüncenin anlatılmasına yardımcı olan düşüncedir. Her sanatçının aynı konuda, olumlu ya da olumsuz ya da aynı yönde değişik görüş noktası olabilir. Yapıtı ortaya koyan kişinin konuya bakışı ve işlediği temanın farklılığı görüş noktalarında değişiklik yaratabilir.


3. Konunun Görüş Açısı

Görüş açısı, olayları, konuyu, üzerinde durulan bir düşünceyi ya da belli bir sorunu belirli bir noktadan inceleme, belirli bir yönden bakmadır.
Görüş açısı, anlatımın kapsadığı alanı içerir. Anlatımda görüş açısı iyi belirlenmezse, yapıt en az iki sorunla karşılaşabilir:
a) Görüş açısının çok dar tutulması, yapıtta söylenmesi gereken birçok şeyi anlatımın dışında bırakılmasına neden olabilir.
b) Görüş açısının gereğinden çok geniş tutulması, gereksiz ayrıntı ya da şeylerin yapıtta yer almasına ya da anlatımın etkisinin zarar görmesine neden olabilir.


4. Konunun Yazı Türü

Yazının türü, yapıtta konunun görüş noktasının ve yapıtın dayanağı olan anadüşüncenin içeriğine, kapsamına uygun olarak seçilir. Yazının türü, öykü, makale, anı vb. küçük boyutta olabileceği gibi bir bilimsel araştırma, bir tez, ya da başka bir türde daha geniş kapsamlı da olabilir.


TEMA (=TEM)

Bir yazın ya da sanat yapıtında işlenen, geliştirilen konunun anlamca ortaya koyduğu ana yönelime izlek (=tem, tema) denir.
Tema, yapıtın konusuna bağlı olarak işlenir.
Sanatçı ya da yazar, ele aldığı konuyu dayanak yaparak, yapıtında söylemek istediği şeyi ortaya koymaya çalışır.
Her şeyin oluşumu farklıdır. Bir şeyi doğrudan doğruya anlatmak, konuyu anlatmaktır. Ancak yazarın, bir şeyle ilgili olarak kendisine özgü duygu ve düşüncelerini geliştirmesi, yazının temasını ortaya koyması demektir.
Örneğin, denizin konu olarak alındığı bir yazıda, anadüşünce olarak denizin insana yararları anlatılabilir. Böylece konu ve anadüşünce belirlenmiş olur. Bunlardan başka, denizin göl, yayla, orman vb. doğal güzellikler karşısında özel bir yeri ve sağlık açısından farklı etkilerinin olduğu yönünde bir görüş ve düşünce yazıda asıl amaç olarak belirlenmişse, bu yazının teması olur.

Sonuç olarak izlek (=tem), anadüşünce ve konudan farklı olarak, ancak onlara bağlı olarak işlenen ve geliştirilen görüş, düşünüş ve olguların yazarın ruhunda bıraktığı izdir.



KONU TÜRETME

Türetme (=icat) genel olarak, bilinen kimi şeylerden yararlanarak yeni bir şey bulma, ortaya çıkarma, yaratma, oluşturma ya da yapmadır.
Kompozisyonda türetme (=icat), insan yaşamında önemli yer tutan kimi olay, olgu, duygu ya da düşünce vb. şeylerin oluşlarındaki nedenlerin çeşitli yönleriyle, özgün biçimde değerlendirilerek, yeni bir konu yaratılması ve konuya uygun anlatım teknikleriyle bir şeyin gerçekmiş gibi anlatılmasıdır.
Konu türetmede en önemli şey, görüş noktasını sağlam biçimde saptamaktır. Görüş noktası saptanmadan, ne konunun özgünlüğü, ne de konuya uygun anlatım biçimi ortaya konulamaz. Ayrıca konu bilindiği gibi dış ve iç gözleme bağlı olarak duygu ya da düşüncelerin derinliğine, zenginliğine, olgunluk evrelerine göre, ya sıradan ya da özgün bir nitelik taşır.
Bir şeyi düşte, zihinde canlandırma, tasarlama, yaratma ya da düşünme yeteneğini geliştiren her insanın, aslında sınırsız bir hayal gücü vardır. Yeter ki insan, düş gücünü geliştirebilecek etkinlikler içinde bulunabilsin. Yeter ki insan, çok istediği, umduğu bir şey gerçekleşmediğinde duyduğu üzüntü ya da burukluğun acısıyla, yeni düşlerinden vazgeçmesin.
Türetme, dış ve iç gözleme bağlı olarak kimi düşünsel ve ruhsal edimlerimizin etkisiyle oluşur.



KONU TÜRETMEDE DIŞ GÖZLEMİN ÖNEMİ

Bir insan için dış gözlemin ne kadar önemli olduğunu Mustafa Nihat Özön şu sözleriyle vurguluyor:
Çevremizde olan şeyleri, gözlerimizde bir sakatlık yoksa görürüz, fakat bunlara bakmayabiliriz.
Görmek, bilinçdışı bir hal ve harekettir. Göz açık bulunduğu zaman dıştaki nesneler ister istemez ona çarpar.
Bakmak iradeli ve düşünceli bir fiildir. Bir şeye bakan kimse yani göz önüne yayılmış şeyleri, düşünceli bir şekilde görmeye çalışan bir kimse, onları tanımaya, ilerisi için karşılaştırma noktaları çıkarmaya, az çok sürekli bir anı elde etmeye çalışan kimse demektir.
Bakmak, Türkçede bakışı bir şey üzerine çevirmek, gözlemek, araştırma yapmak, aramak, bir şeyin gelişmesi ve iyi durumda kalması için emek vermek, denemek, yoklamak, incelemek, önem vererek üzerinde durmak, yalnızca o şeyi düşünmek, uğraşmak, gözetmek, ilgilenmek, ayrımsamak, anlamak vb. anlamlar taşır.
İyi bir dış gözlem bütün bunları kapsamakla kalmaz, bir insanın gördüğü nesneler üzerinde akıl yürütme, yargılama ve kısaca bilimsel vargılara ulaşabilmesini de gerekli ve zorunlu kılar. Bilimsel kazanımlar sağlamayan bir dış gözlem, insanın nesneleri boş gözlerle seyretmesinden başka bir şey değildir.
Gözlem, Türkçede genel olarak, bir olayın, bir gerçeğin ya da bir nesnenin niteliklerini öğrenmek, bilmek ereğiyle, bir şeyin ele alınıp, gözetlenmesi, gözlemlenmesi, incelenmesi işidir. İnceleme ve gözlem sonucu elde edilen bilimsel veri (bilgi) ve değerdir.
Gözlem, yaşamın ya da bilimin her alanında, çeşitli araç ve gereçlerin yardımıyla, olayların nedenlerini bilmek için uygulanan bilimsel yöntemdir.
Felsefede gözlem, dış evrende bulunan bir şeyi anlamak için, onun kendiliğinden ortaya çıkan türlü belirtilerini incelemek ve gözden geçirmek işidir.
Yazında gözlem, bir yazıyı ya da yapıtı yazmaya başlamadan önce, onun konusuyla ilgili inceleme, deney ve araştırma yapma, bilgiler edinme evresidir.
Konu türetmek için, bir konuya inceleyici, eleştirel bir gözle eğilmek, dikkatle bakmak, konunun nedenleriyle sonuçları arasındaki bağlantıyı gözlemlemek, kavramak zorunludur.




KONU TÜRETMEDE İÇ GÖZLEMİN ÖNEMİ

İçebakış, genel olarak insanın, düşünme yoluyla kendi kendini gözlemlemesidir.
Ruhbilimde içebakış, deneğin, bilincinde olanları izleyerek, ruhsal süreçlerin özellikleriyle ve nitelikleriyle ilgili bilgi vermesi durumudur. Temel ve güvenilir tek yöntemin içebakış olduğunu öne süren ruhbilim akımlarına içebakışçılık adı verilir.
Okuma, gözlem, deney, deneyim, görgü vb. yollarla kazanılmış bilgi, düşünce, inanç vb. şeylerin, korku, neşe, sevinç, üzünç gibi çeşitli duyguların insanın iç dünyasındaki etkilerini ve aralarındaki ilişkileri tanımak ve bunlara göre bir konu türetmek için yapılan zihinsel etkinliğe iç gözlem denir.




YAZININ ANA BÖLÜMLERİ

Her yazı çeşitli ana bölümlerden oluşur. Yazının ana bölümleri: 1. Giriş, 2. Gelişme, 3. Düğüm, 4. Çözüm dür.
Fıkra, makale, söyleşi vb. yazı türlerinde düğüm bölümü yer almaz.
Roman, öykü, tiyatro oyunları vb. anlatı türlerinde bilinen ana bölümlerin tümü genel olarak yer alır.


1. BÖLÜM: GİRİŞ (=SERİM)

Roman, öykü, makale, deneme, anı, bilimsel, sanatsal inceleme, araştırma vb. her tür yazının gelişme bölümüne hazırlık olan bölümüne giriş (=serim) bölümü denir.
Giriş bölümü, okuru konunun özüne, amacına hazırlayıcı ve okuyucuda ilgi uyandırıcı, bir bakıma yazarın görüş noktasını gösterici bir özellik taşımalıdır. Konunun hangi yönde gelişeceğini, olayı yaratan tip ve karakterleri, kişilerin fiziksel ve ruhsal özelliklerini, olayın zamanını, geçtiği yeri, konuyla ilgili çevreyi okurun zihninde inandırıcı bir biçimde canlandırmalıdır.
Bütün bunların yer aldığı bir giriş bölümüyle okuyucunun, yapıtla ilgili kimi şeyleri sezinlemesi sağlanarak okuyucunun yapıta karşı ilgisi uyandırılır.
Giriş bölümü, okurun yapıta ilgisini uyandırıcı ve yapıtın amacına bir hazırlık bölümü olduğundan, taşıdığı düşünce ya da öngörülerin konunun aslına bağlı olması gerekmeyebilir. Ancak, giriş bölümünün yine de arı ve açık olması ve birkaç paragrafı aşmaması önerilir.
Giriş bölümünde asıl dikkat edilmesi gereken şey, giriş bölümünün okuyucu yapıta hazırlayıcı niteliğinin korunması ve yapıtın bölümleri arasındaki mantıksal sıranın bozulmamasıdır.


2. GELİŞME BÖLÜMÜ

Gelişme bölümü, yapıtın giriş bölümünden sonra türlü yönlerden açılıp genişlediği, olgunlaştığı bölümdür.
Bu bölümde, konu bütünüyle işlenerek, yapıtın ereği (amacı) belirtilir. Olay ya da olaylar zinciri, yazarın yapıttaki amaçları yönünde gelişerek, konuyla ilgili tüm duygu, düşünce ve görüşler açıklanarak yapıtın asıl temasına bu bölümde girilir.
Gelişme bölümü, okuyucunun yapıta ilgisini yoğunlaştırarak okuru sıkı sıkıya sarabilmeli, kimi düşünce ve düşlere sürükleyebilmeli, duygularını coşturabilmelidir.
Yapıtın bu bölümü, olayların normal, olağan, olumlu ya da olumsuz akışının bozulmasıyla, sorunların ya da durumun nasıl çözümleneceğinin tümüyle bilinmediği bir bölümdür.
Gelişme bölümünde, duygular, düşünceler, tutkular, düşler çatışır. Böylece, okuyucu gelişme bölümünde yapıtın karakterleriyle, olayların birbirleri üzerindeki etkilerini anlamaya, çözümlemeye ve bunlardan kimi sonuçlara varmaya çalışır.
Yazınsal türlerde kronolojik, dramatik, pitoresk ve mantıksal olmak üzere değişik niteliklerde dört çeşit gelişme bölümü bulunur.



a) Kronolojik Gelişme Bölümü

Türkçede zamandizin ya da zamanbilim olarak adlandırılan (=kronoloji), tarihsel olayların zaman olarak sırasını inceleyen bilimdir.
Zamandizinsel (=kronolojik), zamandizinle (=zamanbilimle) ilgili olan demektir.
Gökbilim dilinde zamandizin (=zamanbilim) gözlemlere dayanarak zaman ölçeğini saptayan ve tutulmaları (Ay ve Güneş tutulmaları) gezegenlerle ilgili olayları, yıldızların yerlerini yer ve zaman sırasına göre veren bilimdir.
Doğadaki olaylarda olduğu gibi toplumsal olaylarda da bir zaman sırası gözlemlenir. Yazınsal ürünlerde de bir zaman sırasının izlenmesi gerektiğinden yazının ya da yapıtın tasarı yapılırken zaman sırası gözden kaçırılmamalıdır.



b) Dramatik Gelişme Bölümü

Türkçede, Fransızca kökenli bir sözcük olarak yer alan dramatik, içinde gerilim, çatışma, çeşitli olaylar ve karşıtlıklar bulunan, insanla ve insan ilişkileriyle gelişen, duyguları kamçılayan, coşku verici, gerilim yaratıcı yapıt ya da olay anlamındadır.
Konuşmanın devinimlerle desteklendiği, sahnede geçen olaylara, seyirciyi de katan, izleyici topluluğuna onlarla özdeşleşme duyumsatan tiyatro türüne, dramatik tiyatro; bir konunun sahne oyunu durumuna getirilmesi işine oyunlaştır-ma ya da dramatizasyon denir.
Dramatik sözcüğünün anlamlarından da anlaşıldığı gibi, bir yazının ya da yapıtın dramatik gelişme bölümü, yapıtta bir değişiklik doğurabilen etkileyici davranış (eylem = etki = etkime = aksiyon) ya da davranışların işlendiği gelişme bölümüne, dramatik gelişme bölümü adı verilir. Aksiyon ya da eylem, roman, tiyatro ve öykü türü yapıtlarda, düşünce, betimleme (=tasvir) ve içsel, ruhsal direnme gücü (moral) bölümlerinin dışında tutulan yalın olaydır.



c) Pitoresk gelişme Bölümü

Fransızca kökenli bir sözcük olan pitoresk, Türkçede durumu, görünüşü bir tablo konusu olmaya değecek güzellikte olan görünüm anlamına gelir.
Yapıtta betimlemeye (=tasvire) konu olan bir şeyin, benzerlerinden göz alıcı, ayırıcı (=karakteristik) niteliğini belirtmek, betimlemenin ana çizgisini göstermek için yazılan gelişme bölümüne pitoresk gelişme bölümü denir.



ç) Mantıksal Gelişme Bölümü

Arapça kökenli bir sözcük olan mantıksal, akla, mantığa uygun olan, mantıkla ilgili olan anlamında kullanılır.
Mantıklı sözcüğünün olumsuz biçimi, akla, mantığa aykırı olan; akla, mantığa uygun davranmayan kimse ya da durum anlamına gelen mantıksız, eşanlamıyla mantıkdışıdır.
Felsefede, düşüncenin ve düşüncenin varlık biçimlerinin, öğelerinin türlerinin, olanaklarının, yasalarının ve bağlamlarının bilimi olan mantık, akıl yürütmede, düşüncede doğruluk, düzgünlük, tutarlılık, doğru düşünme yöntemi, sanatı ve bilimidir.
Toplumbilimde ve ruhbilimde, doğruya ulaşmanın aracı olarak mantıksal düşünmeyi yadsıyan, onun yerine sezginin ve inancın konmasına mantıkdışıcılık denir.
Roman, öykü, tiyatro türünde yazınsal ürünlerde, zihnimizde yer alan düşünce ve görüşlerin işlenip geliştirildiği, tartışıldığı bölümler mantıksal gelişme bölümü olarak bilinir.
Yazınsal yapıtlarda, gelişme bölümünün usandıracak kadar uzun ve gereksiz betimlemeler, gereğinden çok sözler, ruhsal çözümlemeler yapıtın değerinin ve asıl amacının yitilmesine neden olabilir. Bu bölümde, sözlerin zincirlenmesinde, paragrafların düzenlenmesinde dengenin bozulmaması ve mantığa aykırı düşülmemesi gerekir.
Sözlerin ve paragrafların çok uzun tutulmaması, okuyucu ya da izleyicinin dikkatini dağıtmadan, düşünceyi ya da olayı derinliğine kavranmasını kolaylaştırıcı önemli, ayırıcı niteliklerinin belirtilecek biçimde seçilerek düzenlenmesi yapıta içten bir canlılık sağlar.



3. DÜĞÜM BÖLÜMÜ

Düğüm bölümü, genellikle yapıtın bitimine yakın bir yerde bulunur. Roman, öykü ve özellikle tiyatro yapıtlarında en önemli bölüm, düğüm bölümüdür.
Belli bir sıra izleyerek akıp giden olay birdenbire yön değiştirir, çeşitli beklenmedik bir olay ya da olayların ortaya çıkmasıyla kişilerin davranışları değişir yapıtın nasıl bir sona ulaşacağı kestirilemez ya da çözülemez bir duruma geldiğinde düğüm bölümü oluşur.
Düğüm bölümünde, okuyucu ya da izleyicinin merakı yapıt üzerinde toplanmış olur. Düğüm bölümü, insanların merakının kamçılandığı, olumlu ya da olumsuz duygularda coşku yaratan, şaşırtıcı bölümdür.
Bu bölümün ortaya konması kolay bir iş olmasa da, ana eylemin ustalıkla ele almakta ve ana aksiyonu ikincil eylemlerle ilişkilendirmede becerikli olmak gerekir. İzleyicinin ya da okurun yapıta olan ilgisini sonuna kadar canlı tutabilmek için bu bölümde yaratıcılığın önemli bir yeri vardır. Sonucun ne olacağı baştan belli olan bir yapıt tiyatro oyunu ise (kimi Amerikan filmleri ya da birbirine benzeyen kimi yeni diziler gibi) seyircisi tarafından sıkıntıyla izlenir, bir kitapsa isteksizce okunur.



4. ÇÖZÜM BÖLÜMÜ

Çözüm (=sonuç) bölümü, yapıtta işlenen, konu, düşünce, izlek (=tema), olay ya da tasarımın nasıl ve ne biçimde bir sona ulaşacağını gösterir.
Yapıtta işlenen, konu, düşünce, tema, olay ya da tasarımın çözülmeye başladığı, yapıtın çeşitli biçimlerde son bulduğu bir bölümdür.
Kimi zaman yapıt gerçekten son bulur, kimi yapıtlarda ise yazar sonucu belirsiz kılarak, sonucu ya da çözümü okuyucuya bırakır.




TASAR (=PLAN)

Yazınsal tasar, bir yapıtın düzenli bir biçimde gerçekleştirilmesi için, yapıtta yer alacak olayların, olguların, duygu, düşünce ve tasarımların ana çizgileriyle ele alınan konu çerçevesinde uyulması gereken sınırlandırmadır.
Nasıl ki, bir yapının, bir kentin, bir makine ya da makine parçasının çeşitli bölümlerini gösteren çizim olan tasar olmadan, doğru düzgün bir yapı, bir kent ya da bir makine parçası yapılamazsa, iyi düşünülmüş (zihinde netleştirilmiş ya da yazıyla somutlaştırılmış) bir yazı planı yapılmadan doğru düzgün bir sayfacık yazı yazılamaz.
Belli konuyla ilgili bir yazı, bir dilekçe, bir mektup, bir roman, bir öykü, bir makale ya da tiyatro türünde bir yapıttaki anadüşünce çevresinde bulunması gereken yardımcı düşüncelerin, anadüşünce ile ilişkileri, duygu, görüş ve olayların belli bir sıra izlemesi, gereksiz şeylerin, gelişigüzel bir anlatımın yazıda yer almaması tasarla sağlanır.
Kurgulanan kompozisyon (=düzenleme) ana çizgileriyle açıkça ve özlü bir biçimde tasarda belirtilmelidir.
Ele alınan konuya göre her yazının mutlaka bir anadüşüncesi vardır. Plan yapılırken anadüşünce de göz önünde tutulmalı, anadüşünceden sapan ayrıntıların tasarda ya da yazıda bulunmamasına dikkat edilmelidir.
Ele alınan konunun niteliğine göre anlatımın biçimi de plan aşamasında ortaya konur.
Ne kadar iyi bir plan yapılırsa yapılsın, yapıtın gücü bilgi birikimine bağlıdır. Eğer, konuyla ilgili yeterli bilgimiz yoksa ortaya iyi bir şey çıkarabilmemiz söz konusu olamaz.



TASAR ÖRNEKLERİ

Aşağıdaki tasar örneklerini Kemal Gariboğlu’nun Örnekli Kompozisyon Bilgileri (Lise I-II-III) adlı yapıtından alıntı yapıyorum.
Bu izinsiz alıntıyı hoş göreceklerini umuyorum.
Ayrıca, eserlerinden izinsizce yararlandığım yazarlara, bu vesileyle bir kez daha teşekkür ediyorum.
Kendilerine saygılarımla.



TASAR: I

KONU: Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. ATATÜRK

A) Konunun dayanağı (=ana maddesi): Bilim (=ilim).
1. Bilimin gerçekçiliği.
2. Bilimin sağladığı güvence.
B) Görüş noktası: Bilimin aydınlatma ve doğru yol gösterme niteliği.
1. Yaşam bakımından doğru yoldan anladıklarımız.
2. Bilimdışı düşünce ve inançların, ulusal ve kişisel yaşantımızdaki olumsuz etkileri.
C) Görüş açısı: Hurafe ve tevekkülle yoğrulmuş cehaletin karşısında bilimin üstün değeri.
1. Hurafelerle (=boş, temelsiz, sakat, mantıksız inançlarla), tevekkülün (=her şeyi Allah’a bırakma ve her şeyi Allah’tan beklemenin) geri kalışımızdaki etkenlikleri.
2. Çıkarları için toplumu bu inançlarla aşılayanların korkunç kötülükleri.
3. Tüm bunlar karşısında bilimin gerçekçiliği ve şaşmazlığı:
a) Bilimin, uygarlığın yaratıcı olması.
b) Ulusal ve kişisel kalkınmayı sağlaması.
c) Sağ (karışık olmayan, katkısız E.Bakar) ve sağlam düşündürmesi.
D) Yazı türü: Makale



TASAR: II

KONU: Tarihsel yapıtları ve doğal güzellikleri bakımından kıyılarımızın turistik değerlerini bilmek ve tanıtmaktaki çıkarlarımız.

A) Konunun dayanağı: Kıyılarımızın turistik değerlerini bilmek.
1. Kıyılarımızın, denizlerimize göre ayrı ayrı özellikleri.
2. Kıyılarımızın iklim özellikleri.
3. Tarihsel yapıtların kıyılarımızdaki yerleşimi.

B) Görüş noktası: Kıyılarımızın turistik değerlerini bilmek ve tanımaktaki çıkarlarımız.
1. Kıyılarımızın doğal güzelliklerini ve tarihsel yapıtlarını iyi tanımak ve korumak.
2. Çok turist çekerek bol döviz elde etmenin insancıl ve ulusal gereklerini yerine getirmek.

C) Görüş açısı: Güvenlik, yol, kuruluşlar, davranış, ucuzluk, kolaylık, halkın aydınlatılması ve eğitimi.
1. Turistlerin her türlü güvenliklerinin sağlanması.
2. Kıyı yollarımızın geliştirilmesi.
3. Turistlerin yeme – içme, yatıp – kalkma, dinlenme ve eğlenmelerini sağlayacak kuruluşları çoğaltmak, geliştirmek.
4. Turistlere Türk konukseverliğinin bütün niteliklerini göstermek.
5. Temizlik ve ucuzluğa önem vermek.
6. Turistlere her türlü kolaylıkları göstermek.
7. Turizm bilgisi bakımından halkı aydınlatmanın ve eğitmenin yollarını araştırmak ve uygulamak.
8. Propaganda (tanıtım) yayınlarını güçlendirmek.
9. Özellikle turistin kendisini, propagandacımız durumuna getirmek için, gerekli ortamı hazırlamak.

D) Yazı türü: Bu konunun yazı türünü kendiniz seçiniz. (Makale, sohbet, fıkra, eleştirme, röportaj olabilir).

Aşağıdaki yazı planı örnekleri, Doğru Yazmak İçin Kompozisyon Bilgileri adlı yapıtta, Ahmet Beserek tarafından önerilmiştir. İzinsiz alıntıyı hoş görecekleri inancımla kendilerine teşekkür ederim.

Yazının planı çıkarılırken en büyük bölümler için Romen rakamları (I, II, III, IV,...), bir alt bölümler için büyük harfler (A, B, C,...), alt bölümlerin ayrıntıları için Arap rakamları (1, 2, 3, 4,...), ayrıntılar için de küçük harfler (a, b, c, d,...) kullanılır. (Son sıralama; a, b, c, ç... biçiminde de olabilir. E.B.)
Bir diğer planlama şekli de konuları ana bölümlerden alt bölümlere, alt bölümlerden ayrıntılara doğru 1, 2, 3, 4; 1.1, 1.2, 1.3, 1.4; 1.2.1, 1.2.2, 1.2.3, 1.2.4, vb. tarzda numaralandırılmaktadır.


Anımsatma:
Yukarıdaki tasar örnekleri, bir tasarın (çeşitli tasarların) nasıl yapılacağını göstermektedir.



Tasar bu tür konularda yalnızca ve mutlaka bu şekilde yapılır diye, katı bir kural yok. Her yazar ya da kişi, kendi anadüşüncesine göre, konu dayanağını, görüş noktasını, görüş açısını istediği gibi belirleyebilir. Kendisine özgü bir tasarla, yapıtını istediği biçimde hazırlayıp ortaya koyabilir.
Kompozisyon bilgisi, hangi türde olursa olsun bir yazı yazarken nelerin göz önünde tutulacağının, nelere dikkat edileceğinin, neyin nasıl olacağının bilinmesi demektir.
Bir yazı tasarı (=planı) yapılırken yazının türü ve anlatım biçimi göz önünde tutulmalıdır. Bir romanın, bir senaryonun, bir tiyatro yapıtının yazı tasarı ile bir makalenin yazı tasarı aynı değildir.




İstibdatın egemen olduğu yerde faziletten söz edilemez.
J.J.ROUSSEAU



BİLİMSEL YAPITLARDA KOMPOZİSYON

Bilimsel bir yapıtın taşıması gereken nitelikler şunlardır:
1. Bilimsel yapıtlar apaçık ve anlaşılır olmalı. Okuyucunun kafasında konuyla ilgili bir belirsizlik taşımamalı. “Nasıl yani?” sorusu yanıtsız bırakılmamalı.
2. Bilimsel yapıtlardaki açık anlatımda, şüpheli düşünceleri ya da bilgileri kullanmamak, kavram ya da anlamları her türlü bulanıklıktan kurtarmak, sözü karmakarışık etmemek, anlaşılması güç bir biçimde söylememek, düşünceyi güç anlaşı-lırlıktan kurtarmak.
3. Okuyucuyu şartlandırmalardan, körü körüne inandırmalardan kaçınmak. Bu ilkeye uymayan bir yapıt ilmi ya da bilimsel olamaz.
4. Eleştirilen konu ya da düşüncelerin olumlu ve olumsuz yanları ‘tarihsel, eytişimsel bilim yöntemi ilkeleri ışığında’ açıkça irdelenmelidir. Konuyla ilgili başkalarının karşı düşüncelerine de yer verilmeli.
5. Sav (=tez) ile karşı savlar bilimsel veriler göz önünde tutularak irdelenmeli ve bilimsel vargılara ulaşılabilmelidir.
6. Doğruluğu kanıtlanmamış (=ispatlanmamış), doğru olup olmadığı bilinmeyen düşünceler (=teori; kuram); bilimsel önerme (=teorem) olarak kabul edilerek, buna dayalı yeni dü-şünceler ileriye sürülemez.
7. Bilimselliğin temel ilkelerinden biri de nesnelliktir. Bilimsel yapıtlarda öznel (=sübjektif) anlatım kullanılmaz, genellikle nesnel (=objektif) anlatım kullanılır. Bilimde önemli olan kişisel öngörüler, inançlar ve keyfiyet değil, bilimsel nesnel veriler, doğruluğu kanıtlanabilen vargılar, bilimsel önermeler (=teoremler) önem taşır.
8. “Yaptığım ya da yaptığımız incelemeden...” denilmez. Çünkü bu biçimde bir söyleyiş öznellik taşır. Nesnel yaklaşım, “Yapılan incelemeden anlaşıldığı gibi...”vb. bir anlatım biçimini gerektirir.
9. İki kere ikinin dört ettiğini tekrar ispatlamaya gerek yok. Ancak, bilimde şu araştırılabilir şu araştırılmaz diye bir sınırlama olmaz. Bilime sınır koyucu bir anlayış tarzı, şartlandırmacı bir anlayış tarzıdır. “Kanun haline gelmiş ilmi gerçekler” de, doğruluğundan şüphe duyulan, muğlak (=belirsiz) her türden konu, teori, kanun vb. her şey araştırılabilir, tartışılabilir. Çünkü bilimsel yaklaşımın diğer bir ilkesi de ‘şüpheci’ olmaktır.
10. Bir araştırmada elde edilen belgelerin nereden alındığı, yararlanılan yapıtların kimin olduğunun belirtilmesi gerekir. Bu, bilimsel ahlakın ve yararlanılan kişinin emeğine saygının bir gereğidir.
11. Bilimsel çalışmalarda da, her yapıtta bulunduğu gibi açıklayıcı bir önsöz, giriş ve sonuçla ilgili bilgilendirme, yapıtın bölümleri, bölüm başlıklarının yazılması, referans verilmesi, (gerekiyorsa) formül, şekil, indeks, grafik, tablo vb. yerleştirilmesi, düzenlenmesi, sözlük (=lügatçe) hazırlanması, bilgilerin sunuluşu vb. gerekli düzenlemelerin yapılmasında özen göstermek gerekir.


BİLİMSEL BİR KONUDA ARAŞTIRMA YAPILACAKSA

1. Öncelikle araştırılacak konunun saptanması ve sınırlan-dırılması gerekir.
2. Konuyla ilgili yapıtların araştırılıp incelenmesi.
3. Konunun, bir sorun olarak ortaya konulması.
4. Sorunun çözümü için varsayımlar oluşturulması.
5. Oluşturulan varsayımların doğruluğunun kanıtlanması için kılgısal (=pratik olarak) sınanması.
6. Uygulamadan çıkan ya da ulaşılan doğru sonuçların incelenmesi, değerlendirilmesi.
7. Ulaşılan sonuçların yorumlanması.
8. Ortaya konacak yeni görüşlerin, önerilerin ya da varsayımların irdelenmesi.
9. Elde edilen bilimsel verilerin raporlaştırılarak ilgili kişi, kurum, kuruluş ya da toplumun bütününe sunulmasının ve böylece bilimsel verilerin paylaşılmasının sağlanması.

Hiçbir insan, hiçbir bilim tarafsız olamaz. Ancak her insan bilimsel de düşünebilir, önyargılı da olabilir, ancak dogmaların (doğruluğu deneyden geçirilmeden, sınanmadan öne sürülen öğretilerin) değil, gerçeğin tarafında olmak iste-yen her bir aklı başında insan, özellikle her bilim dalı, bilimsel olmak (=nesnel olmak) zorundadır.
Tarafsız olmak da sonuçta, bir taraf olmaktır. Kimileri tarafsızlıktan, olumluluklarına ve olumsuzluklarına rağmen gerçeği ortaya çıkarmak ereğiyle, bir olayı, bir olguyu, bir konuyu hiçbir yanı tutmaksızın incelemeyi, bilimsel tavır ve duruş sergilemeyi (objekftif [nesnel] olmayı) anlıyorsa, bunun adı “tarafsız olmak” değildir. Bunun adı, ‘bilimsel düşünmek’ ya da ‘bilimsel bir tavır’ (davranış, duruş, tutum) ortaya koymaktır.
Bilimsel tavır, bilimsel bilgi insanı şartlandırma ereği (gayesi, amacı) gütmez. Bilimsel düşünen insan, yaşama eleştirici, araştırıcı, inceleyici gözle bakabilen, bilimsel verilere ulaşabilen insandır, şartlanmış ya da şartlandırılmış insan değildir. Şartlanmışlık, şartlandırılmışlık, eleştiri kabul etmezlik... Okuyucuyu ya da insanı şartlandırma ereği gütme, bilimdışı düşünenlerin işidir.
Herhangi bir şey hem doğru hem yanlış olamayacağına göre, bir şey ya doğru (gerçek) ya da yanlış ( yalan, uydurma, varsayım [hipotez] ) olabilir. Demek ki, keyfiyete bağlı bir üçüncü seçenek, ya da bir üçüncü tavır koyma biçimi yok. Ancak ne yazık ki, kendi politik duruşları, kendi sözde bilimsel ya da sanatsal görüşleri karşısında, düşünce üretilmesini istemeyenler; insanları susturmak için ister politik bir görüş desinler, ister felsefi bir bakış açısı, isterlerse ideolojik bir duruş... Ne derlerse desinler, ya bilimsellik (doğrunun, gerçeğin tarafında olmak) ya da bilim dışına düşmek (yanlışın, yalanın, uydurmanın ya da doğruluğu kanıtlanmamış düşüncelerin tarafında olmak) var. Bunun aksini savunmanın ancak bir tek amacı olabilir; bilimi, bilimselliği ve dürüst politikayı, sanattan ve insan hayatından koparmak ya da insanoğlunu kendi alanında sözde tarafsız ve sözde bilimsel bakışlı, ‘uzman üç maymun’ durumunda tutmak...
Yıllardan beri bir öğreti olarak allayıp pullanarak sunulmakta olan “bilim felsefesi” nedir, günümüzde ne kadar bilimsellik taşımaktadır; gerçekten “tarafsız” mıdır; sözde mi, yoksa gerçekten mi, bir ‘bilim felsefesi’dir? Bu soruların karşılığını ‘tarafsız olarak’ gerçek bilim yöntemiyle araştıranlar çok iyi bilirler.

Kompozisyonda tasar (=plan) konusunu bilimden yana şu sözlerle bitirmek istiyorum:

Attım bir taş da ben
Delicesine
Bu kuyuya
Deli gibi
Hem doğusuna
Hem de batısına
Haydi!
Çıkarabilirseniz
Çıkarın bakalım...
Taş sevici,
Ben sevici,
Ölüsevici,
‘Sözde tarafsız, sözde bilimsel felsefeci
Akademik akıllılar...’

Şubat 1996
Erdoğan Bakar





YAZMA SANATININ
GENEL İLKELERİ


GİRİŞ

Aslında herkes bilir ya da inanır ki hiçbir tablo, hiçbir yontu, hiçbir tablet gökten inmemiştir.
Bir yapıt ortaya konulabilmesi için, yapıtın ve yaratıcısının bilinen kimi ilkelere göre yeterli olgunluğa ulaşıncaya kadar belli aşamalardan (evre, dönem) geçmesi gerekir. Hele de bir başyapıt (=şaheser) ortaya koyabilmek için sanat-çının nelere katlandığını sanatçıdan başka kim daha iyi bilebilir?
Sevgili okuyucu, ben usta bir yazar değilim. Yayınlanmamış bir şiir dosyası, ‘Türk Mitolojisi’ üzerine bir bildiri, iki, üç tane buluş ve bu kitaptan başka yazınsal, görsel bir şeyim de yok. Öz olarak; yazı yazarım, yazar değilim. Şiirle-rim var, şair değilim. Buluşlarım var, mucit değilim. Resim yaparım, ressam değilim. Gitar ve org da çalarım, ama müzisyen de değilim. Bir ‘barış kelebeği’ gibi çiçekten çiçeğe dolaşan birisiyim. Bir söz vardır, bilirsiniz: “Kimin söylediğine değil, ne söylenildiğine önem vermek gerekir.”
Kimi kaynaklardan derlediğim bilgileri bu bölümde sizlerle paylaşmayı istiyorum. Bunlar kompozisyon üzerine genel saptamalardır, bir bakıma temel bilgiler de diyebileceğimiz, ön bilgiler niteliğindedir. Umarım, en azından ilk kez yazmak isteyenler için bir yararı olur.


I. ANLATIM

Biçemi ve biçem yöntemlerini yazınsal ve dilbilimsel ilkelerle araştıran, inceleyen bilim dalına anlatımbilim (=stilistik) denildiğini ve anlatımbilimle ilgili şeylere anlatımbilimsel denildiğini biliyoruz.
Anlatmak, birinin bir konuyu ya da bir şeyi anlamasını sağlamak için bilgi vererek açıklamak (=izah etmek), betimlemek (=tasvir etmek), inandıracak bir biçimde belirtmek, öykülemek (=hikayeleştirmek), anıştırmak (dolaylı olarak anımsatmak, düşündürmek; açıkça anlatmayıp sezdirmek), açığa vurmak, bildirmektir.
Türkçede, anlatma ya da anlatış, anlatma eylemi, anlatma biçimidir; anlatmada kişiye ya da bir topluluğa özgülük ve anlatma özelliğidir.
Gerçek ya da tasarlanmış, düşsel olayları kişinin ilgisini çekecek biçimde anlatan, romandan kısa düzyazı, roman, öykü, masal, tiyatro oyunu, bale, opera, film senaryosu, tablo, heykel gibi yazınsal ve görsel türlerde bir olayı ya da olaylar dizisine anlatma biçimi (anlatış, anlatı) ya da deyiş, biçem (=ifade tarzı, üslup) denir.
Türkçede, anlatma biçimi ya da anlatı da diyebileceğimiz anlatış, yazında kişiye özgü bir anlatma özelliğidir.
Roman, öykü, masal, şiir, senaryo gibi öykülemeye dayanan yazınsal ya da görsel türlerin ortak adına anlatı türü denir.
Yazın alanında, sözcükleri yerinde kullanmama, tümcenin öğeleri arasında kurala uygun bağlantıyı kuramama, tümceleri birden çok anlama gelecek biçimde oluşturma gibi nedenlerle duygu ve düşünceyi anlaşılmaz biçime sokma durumuna anlatım (=ifade) bozukluğu denildiğini anımsayacaksınız.
Dilimiz, dil devriminden günümüze değin yeni bir doğuş yaşamaktadır. Bir sözcüğün sesbilimsel ya da yapısal durumunu bozarak kullanma, bir başka dilin etkisiyle aşırı kullanımlara başvurma demek olan “barbarizm”; bir dilde varolan sözcüklere benzetilerek, örnekseme yoluyla yapılmış olan sözcük anlamına gelen “neolojizm” için burada, özellikle görsel basının sayesinde beş yaşındaki çocuğun bile ezberlediği sözcüklerden örnek vermeyi gereksiz görüyorum. Yalnız, kullanan kişinin sözcükleri yerli yerinde kullanması gerekir.
İmgelerin yanlış, faydasız, zoraki ve zevksiz kullanılmaları da yazıda anlatım bozukluğuna neden olur.
Anlatım bozukluğu, yapıt yayımlanmadan önce, birilerince düzeltilebilir, ancak anlatım bozukluğundan daha kötüsü ve düzeltilme olanağı bulunmayan bir şey var. Her yönden, belli bir örneğe benzemeye çalışma, yazın ve görsel sanatlar alanında, bir şeyi örnek alarak aynısını yapmaya, yaptığı şeyi ona benzetmeye çalışma. Yapılması hep kötü görülmüş olsa da, ne yazık ki Batı’da da, Doğu’da da hep yapılmıştır. Öykünme (=taklit) ya da öykünmek (taklit etmek); özgünlük ya da yaratıcılık değildir. Öykünme ve öykünmek, bir şeyin benzerini yapmaya çalışmak, kalıbını, biçimini benzetmek, benzerini, sahtesini yapmaktır.
Öykünme ve öykünmekle, herhangi bir nedenle içe doğan güzel duygu ya da düşünce, yaratıcı içe doğuş, bir şeyden dolayı içinde esin uyanmak olan esinlenmek ya da esin birbirine karıştırmamalıdır.
Esin (=ilham) ya da esinlenmek (=esin almak), sadece Tanrısal aleme özgü duygu ve düşüncelerin, Tanrı’nın, Tanrısal buyruk ya da ilham taşıyan periler aracılığıyla peygamberlerin yüreğine doldurduğu ilahi (=kutsal) nitelikli bir şey demek değildir. Esin ya da esinlenmek, ancak belli bir bilgi birikimiyle, araştırma, inceleme, gözlem, sınama ve usavurma sonucunda her insanın ulaşabileceği, kazanabileceği düş kurma ve yaratıcılık yeteneğiyle, duygu ve düşüncelerini kendine özgü çeşitli sözle, yazıyla ya da görsel anlatı biçimleriyle ortaya koyabilmesidir.



A) BİÇEM (=ÜSLUP)

Anlatım, kişide izlenimler uyandırmak işidir. İzlenimler, dokunaklı, çekici, pitoresk (=alımlı, göz alıcı, ayırıcı) dekorların, olguların yaratılmasıyla, kişilerin karakter çizgileriyle ve onları tanıtan düzenle (=kompozisyonla) oluşur. Ancak kompozisyona, yaratmaya asıl bütün gücünü veren bugünün Türkçesiyle biçem denilen üsluptur.
Biçem, sözlü ve yazılı anlatımda anlam açıklığı, anlaşılırlık ve düzeltmeyi gerektirdiği gibi, gereksiz olan her şeyin anlatımdan çıkarılmasını, güçlü, ayırıcı, telkin edici deyişlerin aranılmasını da gerektirir.
Bir anlatının niteliği yalnız olgular, imgeler vb. onu ortaya koyan unsurlardan ya da bilinen düzenlemelerden oluşmaz. Anlatıda, tümcelerin uzunluğu ve düzenine de dikkat edilmelidir. Bilindiği gibi, kişiye özgü çeşitli anlatış biçimleri vardır. Anlatış biçimleri genel olarak şu şekilde sıralanabilir: Hızlı, görkemli, tutkulu, yalın, düzenli, karışık, coşkulu, hırçın, öfkeli, şiddetli, sert, sakin, alaycı, neşeli, canlı vb.
Biçemin uyumu, sözcüklerin sesleri ve seslerin birbiri ardınca gelişiyle yaratılır. Bir tümce içinde kısa ve hızlı kimi tümleciklerin ritmi, telkin edilmesi gereken izlenimin karşılığı olan yumuşak tümceciklerin kullanılması biçemin uyum kazanmasını sağlayabilir. Bu söylendiği kadar kolay olmasa da, asla başarılamayacak bir şey değildir.
Nasıl ki, hırçın ya da sakin, ezgili ya da sert, coşkulu ya da melankolik çeşitli niteliklerde müzikler varsa, buna benzer biçimlerde sözcüklerin müziği de vardır.
Kişide güçlü izlenimler bırakan anlatıda müzik, yalnız seslerden değil, seslerin bölünüş ve dağılışından, ritminden oluşturulur. Bununla birlikte kimi zaman, bir anlatının müziği bir çeşit iç ritminden ileri gelir. Bu tür bir uyum, açıklıktan, uygunluktan, imgelerin seçiminden geldiği kadar tanımlamaktan çok duyumsamaktan, duyması kolay akıcı bir uyumdan ileri gelir. Kimi yazarın ya da şairin kendinin bile tanımlayamadığı bu iç uyum, kişiyi olanca gücüyle saran, derin izler bırakan güçlü bir şekilde duyumsanan uyumdur. Anlatının böyle bir nitelik kazanabilmesi yazar tarafından kimi zaman birden çok düzeltmeyle sağlanabilir.
Genel olarak biçemin uyumu, biçemin iç uyumu, ancak ve ancak düzgün ve etkili anlatım ilkelerinin özümsenmesi, uygulanması ve iyi seçilerek okunan kitaplarla kazanılır.
Anlatımda bilinçli olarak, kimi yazarların yaptığı gibi konu dışına çıkılabilir, ancak bunu bilinçsizce yapmamak gerekir. Pek gerekli olmadıkça bir konudan başka bir konuya atlamamak gerekir.
Ayrıca bir sorunun çözümü birden çok sorunun çözümüne bağlı olabilir ya da bir konunun çözümlenmesi, gerçekte onun içinde birbirine yakın iki ya da daha çok sorun olabilir. Bu durumda, düşünceleri ve sorunları kesin olarak birbirinden ayırmak, sınırlamak, sıralamak ve birini bitirmeden diğerine geçmemek gerekir. Okuyucu, durmadan şu soruyla baş başa bırakmamak gerekir: “Asıl sorun neydi?”.
Anlatının çeşitli evreleri üzerinde duraksama ya da kopukluk yapmamalı, bilinçsizce bir konudan bir başka konuya atlamamaya dikkat etmelidir. Bu tür duraksama ya da konudan konuya atlama büyük yazarlarda da bilerek ya da bilmeyerek (el yazılarında) görülebilir, kendileri isterlerse düzeltebilirler. Ancak iyi bir düzenleme (=kompozisyon) ya da tasar yapmayanlarda daha sık ve düzeltilmesi pek zor olabilir.


B) KONUNUN İYİ KAVRANILMASI

Konu, bir yapıtın ya da yazının üç öğesinden biridir; üzerinde konuşulan bir şeydir. Yazıda, yapıtta ele alınan, işlenen düşünce, olay ya da olgularla ilgili durumdur: Bkz. Kompozisyonun Üç Öğesi.
Bir konunun iyi anlaşılması, iyi kavranabilmesi usavurmanın doğruluğuna, düşünme alışkanlığına bağlı olsa da, yeryüzünde, günümüze kadar, bir ömür boyunca hiçbir zaman yanılmayan bir insan olmuş mu? “Yaparak, yaşayarak öğrenme” denilen, sınama, yanılma yolundan başka, yanılmamayı öğreten bir yöntem olmuş olsaydı, belki olurdu.
Ancak, konunun iyi anlaşılması için yine de doğru usavurma ve düşünme alışkanlığı kazanmak ve sınama, yanılmalardan ders almak gerekir.
Üzerinde düşünülmesi istenilen ya da seçilen bir konunun bütünü, doğrudan doğruya açıklık göstermeyebilir ya da bir bölümüyle anlaşılmaz olabilir. Bu durumda önemli olan, konuyu ele alan kişinin, konuyla ilgili hangi düşünceleri, hangi görüş açısını seçeceğini bilmesidir.
Ustalıkla ortaya konulmuş kimi özdeyişlerin, kısalıkları ve paradoksal (=genel düşünceye aykırı düşünce niteliğinde) oluşları onların açıklanmalarını gerektirir. Paradoksal sözleri anlayabilmek için belli bir tanım (=tarif) ya da reçete yok. Genel düşünceye aykırı düşüncelerin anlamı, çok yönlü düşünülerek ve sözün göstermek istediği doğru ile ilgilendiriciler araştırılarak açımlanabilir.

Paradoksal düşünceye iki örnek:
1. “Biz hiç yaşamıyoruz, yaşayacağımızı umuyoruz.”
2. “Büyük düşünceler kalpten gelir.”

Birinci özdeyiş, Pascal; ikinci özdeyiş, Vauvenargues tarafından söylenmiştir. (Bkz. Namdar Rahmi Karatay, Gazi Terbiye Enstitüsü Edebiyat Öğretmeni, Yazma Dersleri, İstanbul 1945, Maarif Matbaası)

Sevgili okuyucu, anlatının bu evresinde (buna, bir tür yazıda kopukluk ya da duraksama da denilebilir) konuyla ilgili yıllar önce yazılmış olanlara yer veriyorum:
Namdar Rahmi Karatay, “Yazma Dersleri” nin önsözünde şu açıklamayı yapıyor: Memleketimizdeki bu ihtiyaca karşılık olarak bir kompozisyon kitabı hazırlamaya karar verdiğim zaman başka memleketlerde, hele Fransızlarda, sayısı pek çok olan kompozisyon kitaplarından bazılarını gözden geçirdim. Bunlar arasında Sorbon Edebiyat Profesörü Daniel Mornet’ nin Pratik Fransızca Kompozisyon Dersleri adlı eseri üzerinde karar kıldım. Bu eseri üstün tutmaklığım üzerinde kitabı daha eskiden tanımış ve ona alışmış olmaklığımın tesiri olduğunu sanmıyorum. Mornet, bu kitabında yazı yazmak sanatına o kadar nesnel ve olumlu bir şekil vermiştir ki, olduğu gibi bu eseri dilimize nakletmenin daha faydalı olacağına inandım. Çünkü bu eser bize parlak sözler ve renkli cümlelerle edebiyatçılık yapmayı değil, doğrudan doğruya verilen bir konu üzerinde nasıl düşünüleceğini öğretiyor ve bu yolda olumlu ve verimli yönelmeler gösteriyor. Düşünmek tamamiyle beşersel bir işlevdir; bunun Fransızcası, Almancası olmayacağı meydandadır.
.......
Şurası herkesçe bilinen bir şeydir ki, yazmak işlevinden önce düşünmek işlevi gelir ve her zaman yazma düşünmeye bağlıdır. İyi düşünmek, hemen hemen iyi yazmanın yarısı demektir. Bizde eskiden beri edebiyat adı altında yalnız, parlak, boş, yerinde olmayan ve rastgele bir çağrışımla birleştirilmiş birtakım kelime ve cümle yığınlarının görülmesi adeta edebiyata bir çeşit (boş laf) anlamını verdirmeye sebep olmuştur.

Sanırım, konunun iyi kavranılması ve yazmak için öncelikle düşünmek gerektiği yeterince vurgulanmıştır. Konunun iyi anlaşılması ya da kavranılması için düşünmekten başka bir yol olmadığına göre doğru ve çok yönlü düşünmek gerekir.
Nasıl ki, genel düşünceye aykırı düşünceleri anlayabilmek için belli bir reçete yoksa insana özgü düşüncenin de bir reçetesi ve sınırı yok. Düşünmek, bu güne kadar edinmiş olduğumuz doğru ya da yanlış şeyleri bilim yöntemi ile eleştiri süzgecinden geçirebilmek ve bir bakıma şartlanmışlıklardan, inaklardan (=dogmalardan), tabulardan kurtulabilmektir.
Konuyu iyi anlamak ya da konuyu tanımak, konuyu tanıdığını sanmak demek değildir. Verilen ya da ele alınan konunun, tanındığı sanılan konu yerine konulması, asıl konu dışında bir şeyler yazılmasını, asıl konu içinde kalmamak kusuru ve bilgisizliğini birlikte getirir.
Bir konunun bir bütün içerisinde açımlanması, konunun parçalarının zincirleme birbirine bağlanması gerekir. Konu içerisinde bir kopukluk olmaması, bir düşünceden bir başka düşünceye geçileceği, okuyucuya en azından sezdirilmeli.
Amaçsız hiçbir yapıt olamayacağına göre, bir kişiyi yazmaya yönlendiren şey, yazıdaki amaçtır. Bir yazıda (bu bir öykü de olabilir) amacın ya da verilmek istenilen iletinin apaçık bildirilmesi gerekmez, ancak yapıtın amacı ve iletileri iyi saptanmalı ve anlatıyla uygunluk sağlanmalıdır. Bu bakımdan olay ve olguların araştırılması, sonuçların ve neden sonuç zincirinin araştırılması da unutulmamalıdır.
Konu saptanırken konunun sınırlandırılması, yazının amacı, uzunluğu ve türü dikkate alınmalıdır. Seçilen konu, canlı ya da cansız bir varlık olabileceği gibi soyut ya da somut bir varlık da olabilir. Betimlenecek şey, betimlemenin konusunu oluşturur. Bir yapıt, bir konunun değişik düşünce ve anlatı biçimleriyle ortaya konmasıdır.
Bu bakımdan bir yazının bir anadüşüncesi ve yardımcı (=yan) düşüncelerinin bilinmesi gerekir. Bu anadüşünceyi ve yan düşünceleri destekleyici, somutlaştırıcı (açıkça ortaya koyucu), kanıtlamaya yarayan örnekler bulunması gerekir. Bir yapıtta, düşüncelerin birbirine uygunluğu, örneklerin bu yapıttaki düşünceleri destekler nitelikte yerleştirilmeleri konuda ve yapıtta birliği sağlar.


Bu aşamada unutulmaması gereken şeyler şunlardır:

1. Düşüncelerin doğrudan doğruya araştırılması
2. Kanıtların araştırılması
3. Kanıtların genişletilmesi
4. İleri sürülen kanıtların seçimi
5. Kişisel gözlemler
6. Genel durumlar, tikel durumlar
7. Kişisel kesin algıların, izlenimlerin gözden geçirilmesi
8. Genel ahlakın, toplumsal ahlakın konuyla ilintisi
9. Özgünlüğün araştırılması ya da saptanması
10. Düşüncelerin çözümlenmesi...

Konu ve amaç saptandıktan sonra, konuya başlama yolu belirlenmelidir. Yazının okunabilmesi için okurun ilgisini çekebilecek, etkileyici, iyi bir başlangıç yapılmalıdır. Yazarın düşünce düzeyi, konuya bakışı ilk tümcelerde kendisini belli edebilir.
Önemli olan, çeşitli başlangıç yollarından birinin yazının ya da konunun türüne ve amacına uygun olarak konuya başlamadan önce seçilmesidir.
Yazıya çeşitli yollardan başlanabilir. Bu yollardan biri tasvir de denilen, betimlemedir. İnsanlar zihinlerinde canlandırılan şeylere daha çok ilgi duyduklarından insanların düş dünyalarını, duygularını etkileyici bir betimleme konuya iyi bir başlangıç yapılmasını sağlayabilir.
Konuya başlama yollarından birisi de tanım (=belirtme, gösterme), açıklama yoludur. Bu yol, konuya doğrudan girmeyi sağlar. Konuya doğrudan giriş kolay değilmiş gibi görünse de, yazmada kendisini yetiştirmiş kişilerin oldukça iyi uygulayabileceği bir yoldur.
Kısa ve içeriği çarpıcı bir öz söz (=veciz) ya da özdeyiş (=vecize), fıkra, öykü (=hikaye) ve benzerleri ya da yazarın kendisine özgü keşfedeceği başka bir yol da, konuya başlamanın bir yoludur.
Konuya giriş yolarından birini seçerken unutulmaması gereken şey, girişin ya da konuya başlangıcın, konunun amacına ve yazının türüne uygun düşmesidir. Örneğin, belli bir ciddiyet taşıyan makale türünden bir yazıya, fıkra ile başlamak uygun olmayabilir.
Bilindiği gibi hiçbir yazı birdenbire sona erdirilmez. Sonuç bölümü, yazının uzunluğuna, kısalığına ya da yazının amacına, anlatım türüne ve anlatım biçimine göre uzun ya da kısa olabilir. Makale, söyleşi vb. yazılarda, yazıyı özetleyen bir sonuç bölümü gerekir. Bir yazıda genellikle asıl söylenmek istenilen şey (yapıtın anadüşüncesi de olabilir) sona bırakılsın ya da bırakılmasın, yazının mutlaka bir sonuç bölümü (=vargı) olmalıdır.




2. YAZIYA GEÇME

GİRİŞ
Yazmak düşünmektir. Düşünmek, düşüncelerini yazabilmektir.
Yazılı kompozisyon, bir yazma sanatıdır.
Sözlü kompozisyon da bir sanat ürünü olmasına karşın, yazılı duruma getirilmezse hiçbir iz bırakmadan unutulup gidebilir. Öz olarak söz uçar, yazı kalır... Herhangi bir müdahale (=el atma, karışma) olmaksızın uygarlığı asıl taşıyan kitaplar, kitabeler, tabletler, mimari yapılar ve resim gibi plastik sanat eserleriyle diğer yazılı, görsel yapıtlar ve belgelerdir.
Düşünceyi yasaklamak, insanın birikimini, değişimini, gelişimini, sanatı ve uygarlığı yasaklamaktır. Bu bakımdan, herhangi bir nedenle, herhangi bir şekilde yazıyı, düşünmeyi, öz olarak sanatı cezalandırmak, bir insanlık suçudur. Ne yazık ki bu suç, insanın değişiminden, gelişiminden ürken beyinler tarafından, dünyanın her bir ülkesinde, ta ilkçağlardan günümüze kadar işlenmiştir, işlenmektedir...
Kendini uygar sayan ve bir öğrenim görmüş olan insan, nüfus kütüğündeki eşya varlığının duvarlarını aşmak, herhangi bir yaratıktan ayrı olduğunu gösterebilmek için düşünebilmeli ve düşündüğünü de yazıya geçirebilmelidir.
İnsan, düşündüğünü, her şeye karşın (=rağmen) kolay ve rahat yazabilmelidir. Yazdığı bu yazı da maksadı, açık ve sağlam anlatmalıdır. Bu, kompozisyon yazmada ilk yoldur. Bir dilekçeyle devlet dairelerinden bir istekte bulunmak, bir ticaret kurumundan bir şey sormak ya da bir şey getirtmek için yazılan yazılar, bu ilk yolun ulaştırdığı sonuçlardır. Ama sanat anlayışındaki kompozisyon bu değildir. Sanatla ilgili kompozisyon, kendi dokusunu meydana getiren sözcüklerin, söz içinde kazandıkları uyum ve anlatım gücüne dayalı bir edebiyat yapıtıdır. Bu nedenledir ki yazılı bir yapıt, kuşaktan kuşağa, yazan kuşağın edebiyat, bilim, felsefe ve öteki sanat dallarındaki düşünüş, gelişim ve oluşumlarını aktarır. Bir müzik yapıtından o kültürü alan; bir heykelden o sezgiye ulaşan; bir mimari yapıttan, o inceliğe eren anlar. Ama bir yazılı yapıttan, okumasını bilen herkes bir şeyler anlar. Şu halde eski kuşakların uygarlık düzeyini, her yeni gelen kuşağa iletme gücü, yandaşlarına göre en ileri olan sanat dalı edebiyat, başka bir deyişle yazılı kompozisyondur.
...Okul eğitimi, kompozisyon yazmanın yolunu ve dengesini gösterir; kendi kendini eğitme ise çok okuma ve çok uygulama, yani yazma alışkanlığı kazandırır. Yazı yazmada olgunlaşma bu ikincisiyle kazanılır. Kemal Gariboğlu, “Örnekli Kompozisyon Bilgileri (Lise: I – II – III)”



YAZMANIN AŞAMALARI

1. Amacın belirlenmesi.
2. Konunun belirlenmesi
3. Konunun sınırlandırılması
4. Bilgi toplama
5. Tasar (Tasarlama, Planlama)
6. Yazma
7. Düzeltme


1. AMACIN BELİRLENMESİ

Nasıl ki bir insanı herhangi bir konuda düşündüren şey yaşamsal gereksinimleriyse, bir yazarı ya da bir sanatçıyı, bir konuda düşündüren şey de yine amaçları (anadüşünce ve yan düşünceler) ile insanlara ulaştırmak istediği kendisine özgü iletileridir.
Öyleyse, bir sanat ürünü ortaya konulabilmesinde olduğu gibi, yazıya geçmenin de ilk koşulu amacın saptanmasıdır. Belli bir amacı olmayan bir şey sanat eseri olamaz.
Yazıda amacın bilinmesi, yazının türünün ve anlatım biçiminin belirlenmesine yardımcı olur. Ahmet Beserek’in, “Doğru Yazmak İçin Kompozisyon Bilgileri” adlı kitabında dediği gibi: Her şeyden önce bir yazar, “Benim gayem şu-dur.” “Bunu en güzel, en kolay ve etkileyici biçimde nasıl ifade edebilirim.” diyebilmelidir.


2. KONUNUN BELİRLENMESİ

İkinci aşama, amaca en uygun konu ya da konuların belirlenmesidir. Yazının amacına ulaşabilmesini sağlayacak en etkili öğeler (olgu ve olaylar) yazının konusunu oluşturur.


3. KONUNUN SINIRLANDIRILMASI

‘Yazmak, bir taşla üç kuş vurmaya benzemediğinden, ya da en azından başka yazarlara da yazabilecekleri bir şeyler kalması...’ şaka bir yana en önemlisi yazının amacının, okuyucuya en etkili ve düzenli bir şekilde ulaştırılması için konun sınırlandırılması gereklidir.
Ortaya konulmak istenilen anadüşünceyle verilmesi istenilen iletilere uygun biçimde, konunun hangi yönlerden ele alınacağının ve işleneceğinin belirlenmesine konunun sınırlandırılması denir.
Örneğin, konu olarak “düşünce özgürlüğü” seçilebilir. Bu konu hepimizin bildiği gibi anayasal, toplumsal, hukuksal, siyasal vb. çok çeşitli yönlerden ele alınabilecek bir konudur. Bu konuda; devletle bir bireyin mi, belli bir etnik azınlığın mı, bir grubun mu arasındaki ilişkilerin; anayasal, hukuksal bir hak olan düşünce özgürlüğünün toplumla devlet arasındaki ilişkilerin mi işleneceği kesin olarak belirlenmesi gerekir.
Aksi bir durumda konunun içinden zor çıkılır. Konunun birden çok yönüyle ele alınıp işlenmesinin zor olduğunu bildiklerinden, en usta yazarlar da konuyu sınırlandırmak zorunda olduklarını pek iyi bilirler.


4. BİLGİ TOPLAMA

Sevgili okur, bilgi toplama konusunda sizi, bir kez daha izinsiz olarak, öğretmen yazar Ahmet Beserek ile baş başa bırakıyorum. Çünkü sayın meslektaşım, bu konuda söylenilmesi gerekenleri, 1993 yılında çoktan söylemiş.
Kendilerine sonsuz teşekkürlerimle...
Bilgi toplama işlemi iki yönlüdür: Biri çevreden, diğeri şahsi düşünce ve hayal dünyasından. Çevreden gözlem yoluyla ve derleme-araştırma yoluyla bilgi toplanabilir. Şahsın dünyasından ise o konu hakkındaki bahsi tecrübelerden, şahsi düşünce ve hayal aleminden faydalanılır.
Çevreden faydalanmada gözlem, gözümüzle gördüğümüz ve incelediğimiz hususların kaydedilmesidir. Çevreden derleme ve araştırma ise, yazılı kaynaklardan faydalanmadır. İlk müracaat eserleri lügatlar ve ansiklopedilerdir. Diğerleri ise kaynak kitaplar ve dergilerdir. Yerine göre gazetelerde çıkan araştırma yazılarından da yararlanılır. Bu tarz bilgi toplamada en önemli unsur bilgi toplama fişlerinin hazırlanmasıdır. Bu fişler, kaynak eserlerden bilgi iktibas edilmesinde kullanılır. Fişlere önce konunun adı yazılır. Konunun adından sonra bir alt satırdan başlamak üzere bilgiler seçilir. Bu bilgilerin kaydından sonra yazarının adı, eserin adı, cilt sayısı, sahife numarası, basım evi, basım yılı ve basım yeri yazılır.


5. TASAR (TASARLAMA, PLANLAMA)

Ulusal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un (1873-1936) plan konusunda, “garplıların bu meseleye ne kadar itina ettiklerini göstermek” gayesiyle, bir Fransız edibinden naklettiği sözlerini anımsayalım:
Sırf evvelce planını çizmemek, mevzuu lüzumu kadar düşünmemek seyyiesidir ki (günahtır ki) büyük kabiliyetler bile müşkilat içzinde kalarak işin içinden nasıl çıkacaklarını tayin edemezler. Vakıa ortada bir çok mani, birçok efkar görülür; lakin onları ne birbiriyle mukayese ettikleri, ne de aralarında bir tertip gözettikleri olmadığından hangisi hangisine tercih etmek lazım gelecek, birden bire kestiremezler. Teraddüt-i mahz içinde saplanıp kalırlar. Lakin ne zaman bir plan çizer, ne zaman mevzua doğrudan doğruya irtibatlı olan bütün efkarı toplar, sonra da onları bir tertibe, bir nizama koyarlar ise o vakit hangisini en önce kağıt üzerine nakledecekler, işe nereden başlayacaklar, derhal kestirirler; eserlerinin en can alıcı yeri neresi olacağını hissederek o ruhlu noktayı ihsasa uğraşırlar. Artık bunlar için yazmak, işkence değil, adeta eğlence olur.
Demek iyi yazmak için evvela mevzuu tamamiyle temsil etmiş olmak, saniyen maninin, efkarın sırasını iyice görerek onlara muntazam, mantıklı bir silsile-i cereyan verebilmek için o mevzuu etrafıyla düşünmek lazımdır. (A. Beserek agy.)
Tasar, yazar için bir tür bir pusula, bir kılavuzdur. Sev-gili okur, sözün özü, yapıtın ya da yazının karmakarışık bir şey olmaması için iyi bir tasar yapmak her zaman gereklidir. Beğenilmeyen ya da iyi yapılmayan bir tasarın değiştirilmesi kolaydır ve çok zaman almaz. Ancak, kötü bir tasarla son durumuna getirilmiş bir yapıtın bütünüyle değiştirilmesi, yeniden düzenlenip düzeltilmesi gerekebilir.
Bu konu için, ayrıca bkz. bu kitaptaki (ikinci kitaptaki) Kompozisyon Bilgileri, Tasar ve Tasar Örnekleri.

Okullardaki kompozisyon konularıyla ilgili iki plan örneğini de buraya alıyorum. Kaynak: Namdar Rahmi Karatay, Gazi Terbiye Enstitüsü Edebiyat Öğretmeni, Yazma Dersleri, İstanbul 1945 Maarif Matbaası.

1. Konu: “İnsanı yaratan, eserleridir.” fikri doğru mudur? Veya daha genel bir şekilde düne ve bugüne göre doğruluğu? Bu düşünceyi açıklayınız.

1. Konu için plan örneği:

I. Düşüncenin bugün için de doğruluğu; insan fakir, tanınmamış bir aileden gelmiş olsa bile kazanır.

a) Varlık (servet): Zanaatçılardan, satıcılardan; iyi tanınmış misaller
b) Şöhret, gurur, büyük bir bilgin, büyük bir yazar olmak: Pasteur, Goethe, Ziya Gökalp...

II: Geçmiş yüzyıllarla kıyaslanarak doğruluğu.

a) O zaman, doğuşun zeka üzerine mutlak üstünlüğü.
b) Tecim ve zenaat hürriyetinin olmayışı, yoksulluktan kurtulmak çarelerinin azlığı...

III. Daraltma. Bugün bile fikir daima doğru değildir.

a) Yoksul öğretimini ilerletemez çünkü erken hayatını kazanmak zorundadır.
b) (sağlık durumu, tanışıklıkların olmayışı gibi) ancak zenginlerin ortadan kaldırabileceği engellere rastlanır.


2. Konu: Tatilinizi denizde mi, dağda mı, yoksa sadece kırda mı geçirmeyi daha iyi bulusunuz? Kanıtlarınızı söyleyiniz.

2. Konu için bir plan örneği: Tutalım ki denizi seçiyorsunuz.

I.Maddi zevklerin sebepleri:

a) Kumda dinleniş
b) Kayalıklarda gezinti
c) Denizde dolaşmalar
d) Balık tutma

II:Maddi zevklerin sebepleri:

a) Durgun veya hareketli denizin güzellikleri.
b) Kıyıların, kıraçların güzelliği.
c) Suyun, ufkun, sonsuzluğun tekil zevkleri

III. Olumsuz sebepler:

a) Kır size çok biteviye, çok ıssız görünüyor.
b) Dağ sizi yoruyor ve sıkıyor.
c) Denizin ise sakıncaları olmaksızın yalnız zevkleri var.


Biliyorsunuz, makale herhangi bir konuda bilgi vermek amacını güden, bir görüşü desteklemek, bir savı öne sürüp bunu kanıtlamak ereğinde olan ve bir gazete ya da dergide yayımlanan, belli uzunlukta, başlıklı ve genellikle imzalı bir yazı türüdür.
Gazete ve dergilerin baş sayfalarında yayımlanan, yayımlandığı gazetenin ya da derginin görüş açısına uygun nitelik taşıyan makalelere de başmakale denir. Başmakale dışındaki diğer makaleler, iç sayfalarda yer alır ve yayımlandığı dergi ya da gazetenin görüşleriyle örtüşmeyebilir.

Bir makale yazılırken en azından dikkat edilmesi gereken kimi noktalar şunlardır.

Bir yazının, makale olabilmesi için aranan özellikler:

1. Konu, toplumun bütününü ya da bir bölümünü ilgilendiren sorunlardan seçilmeli.
2. Konuyla ilgili, yazarın görüş ve düşünceleri olmalı.
3. Görüş ve düşünceler kimi kanıtlarla ispatlanmalı.
4. Sonuç kesin bir yargıya bağlanmalı.

Bunlardan başka diğer önemli noktalar şunlardır:

5. Yazarın, konuyla ilgili geniş bir bilgisi olmalı.
6. Kanıtlar sağlam olmalıdır.
7. İleri sürülen düşünceler kişileri etkileyebilmeli.
8. Anlatım arı, duru, açık ve düzgün olmalıdır. Anlaşılmaz, süslü, sanatlı anlatımdan sakınılmalıdır.

Her yazı türü için gerekli olduğu gibi bir makale içinde iyi bir tasar gereklidir. Konunun çatısını, düşüncelerin bağlantısını kurabilmek ancak tasarla sağlanabilir.

Bir makale konusu: Türkiye, turistik zenginlikleriyle ilginç bir ülkedir. Bunu bilmemiz ve turist çekmenin gereklerini yapmamız gerekir.


Yukarıdaki makale konusu için bir tasar örneği:


TASAR (=PLAN)

A) Konunun dayanağı (= ana maddesi) : Turistik zenginliklerimizi değerlendirip turist çekmek.
1. Turizmi geliştiren etmenler:
a. Ulaşım taşıtlarının hızlı gelişimi.
b. Doğal ve tarihsel yapı bakımından bazı ülkelerin ilgi çekiciliği.
2. Turizmin sağladığı faydalar:
a. Ayrı ülke insanlarını birbirlerine yaklaştırır, barış içinde yaşamalarına yardımcı etken olur.
b. Ekonomik, siyasal ve kültürel alış-verişi sağlar.
c. Turistik ülkeyi zenginleştirir.

B) Görüş noktası: Turistler, yurdumuzu yılın her mevsiminde gezip görebilirler.
1. Yurdumuz, doğudan batıya, kuzeyden güneye çok renkli iklim koşulları ve mevsim özellikleri gösterir.
2. Yurdumuz, her türlü deniz, kış ve dağcılık sporları yapmaya olanak sağlar.
3. Mevsimine göre yurdumuzun her bölgesinde konaklamak ve dinlenmek olanağı vardır.

C) Görüş açısı: Turistlere, yurdumuzun doğal ve tarihsel zenginliklerini tanıtmak, konukseverliğimizi göstermek.
1. Doğal zenginliklerimizi tanıtmak:
a. Denizler, göller, dağlar, ormanlar ve meyveliklerimizi,
b. Peribacaları, Pamukkale, Kuşcenneti, Tortum ve Antalya şelaleleri gibi doğa mucizelerini tanıtma.
2. Tarihsel zenginliklerimizi tanıtmak.
a. Eski uygarlıkların kalıntılarını,
b. Tarihsel değer taşıyan köy, kasaba ve kentlerimizi,
c. Eski savaşlara ait izleri,
d. Türkiye’ de doğmuş, yaşamış, ölmüş ünlü yabancılarla ilgili belge ve anıtları tanıtmak.
3. Konukseverliğimizi göstermek:
a. Turistlere güler yüz göstererek,
b. Dinlenmelerini sağlayarak,
c. Turistleri, dünyaya bizi olumlu yönden tanıtacak birer elçi durumunda uğurlayarak. Kaynak: Kemal Gariboğlu, agy.

Makale ve benzeri yazılarda düğüm bölümü bulunmaz. Dolayısıyla düğüm bölümüne ilişkin paragraf da bulunmaz. Makalenin anadüşüncesi kimi zaman sonuç paragrafında açık olarak belirlenir. Kimi zaman da belirtilmez, anadüşünce ve düşünceler okuyucuya (okuyucunun yorumuna) bırakılır.


6. YAZMA (=YAZIYA GEÇİRME)

Yazının konusu, amacı, belirlenerek konu sınırlandırıldıktan, tasar yapıldıktan sonra yazılan ilk karalamalar, yazının türü ne olursa olsun, yazının ya da yapıtın son durumu olarak kabul edilmemelidir. Bir yazı son durumuna gelinceye kadar birden çok düzeltmeler, değiştirmeler gerektirebilir.
Bunun yanı sıra kimi zaman, kimi paragraflar ya da tümceler ilk yazıldığı anda hiçbir değişikliğe, düzeltmeye gerek duyulmayacak kadar güzel de olabilir.
Yazının amaçlarına ve türüne uygun olarak, doğru, düzgün, etkili bir anlatımın gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği, konuda birlik sağlanıp sağlanmadığı vb. yazınsal, sanatsal nitelikleri taşıyıp taşımadığından emin olduktan sonra, karalamalar son durumuyla yazıya geçirilmelidir.



7. DÜZELTME

Düzeltme ya da düzelti (=tashih), yapıtın yayımlanmadan önce düzgün bir duruma getirilmesi, bozukluğunun giderilmesi; yanlışlardan, eksiklerden kurtarılarak, yazım kuralları bakımından yanlışsız ve eksiksiz bir duruma getirilmesidir.
Bir basımevinde, bir yazının, yapıtın yanlışsız basılmasını sağlamakla görevli kişilere düzeltici ya da düzeltmen (=musahhih) denir. Düzeltme işi genellikle düzeltmenler tarafından yapılır.
Yazıda düzeltme, konunun birliği, düşünceler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi ve yazım kurallarına uyulması yönünden, bölümcelerle (=paragraflarla), tümcelerde yapılması gereken bir işlemdir.


Düzeltmelerde sırasıyla göz önünde tutulması gereken noktalar şunlardır:


1. Bölümcelerin (=paragrafların) düzeltilmesi: Bölümcelerin, ortaya konulan konu ve düşüncelerle bir birlik sağlamasına özen gösterilmelidir. Bölümcelerin, düşünceyi ve konuyu geliştirici bir şekilde yerleştirilmeleri gerekir. Bütünlüğü bozucu ya da gereksiz olan bölümceler ya düzeltilir ya da yazıda yer almaz.
2. Tümcelerin düzeltilmesi: Nasıl ki yazıda yer alan bölümcelerin, düşünce bakımından birbirine uygun ya da uyumlu olmaları gerekiyorsa, tümcelerin de konunun birliğine ve düşünceler arasındaki ilişkilere uygun olması gerekir. Yazarın düşüncelerini desteklemeyen, anlatımı güçlendirmeyen tümceler ya düzeltilir ya da yazıdan çıkarılır.
3. Yazım (=imla) yanlışlarının düzeltilmesi: Yapıtın ya da yazının, yazım kurallarına uygunluğu sağlanır.
Düzeltici (=düzeltmen) tarafından gerekli düzeltmeler yapılarak, yazı ya da yapıt yayımlanmaya hazır duruma getirilmiş olur.
Kompozisyon Dersini amacına ulaştırmanın koşullarından biri de, özen gösterilerek büyük bir özveriyle, öğrenci ödevlerinde görülen yanlışların ya da kusurların, yararlı bir yol izlenerek öğretmen tarafından düzeltilmesidir.
Kimi doğru uyarmalarla, doğruların öğrencilere buldurulması yöntemiyle düzeltme, öğrencilerin yazı yazma yeteneklerinin geliştirilmesinde en etkili yöntemdir. Ayrıca öğrencinin araştırıp bulmasına, çaba göstermesine, derse aktif olarak katılımının sağlanmasında da yardım eder.


OKULLARDA KOMPOZİSYON ÖDEVLERİNİ
DÜZELTMEDE KULLANILAN KİMİ DEYİMLER

1. Abartmalı: Bir olayı doğal ölçüsünün dışında gösteren abartmalı (=mübalağalı) anlatım.
2. Açık değil: Düşünceyi tam anlamıyla anlatmayan sözcük ya da söz.
3. Aykırı: Konuya, düşünceye ve anlatım özelliğine uygun olmayan deyiş.
4. Baştan savma: Yaraşır özenle yazılmamış anlatım.
5. Bayağı: Çok söylenmiş ve yıpranmış söz.
6. Beklenmedik: Yazının bağdaşımını veya havasını bozan sözcük ya da anlatım.
7. Beylik söz: Her yerde ve herkes tarafından söylenebilecek söz ya da düşünce.
8. Bozuk: Dilbilgisi kuralları bakımından bozuk.
9. Çok belli: Herkesçe bilinen gerçeklerin tekrarı.
10. Dağınık: Düşünceyi ve amacı dağıtan anlatım.
11. Doldurma: Gereksiz süsler ve benzetmelerle dolu.
12. Gereksiz: Düşüncenin anlaşılmasına yardım etmeyen sözcükler ya da sözler.
13. Kaba: Terbiyeli bir insanın dilinde ya da yazısında hoş görülmeyecek sözcük ya da anlatım.
14. Kuru: Hiçbir duygu aşılamayan anlatım.
15. Noktalama: Noktalama işareti yanlışı ya da yanlış noktalama.
16. Örtülü: Açık ve belli bir olayı ya da düşünceyi, güç anlaşılır durumda ortaya koyan anlatım.
17. Senli-benli: Konunun ciddiyetiyle orantılı olmayan (laubalice) anlatım.
18. Tutarsız: Mantıksal bir bağla birbirine bağlanmayan söz ya da bölümceler.
19. Türkçe değil: Yabancı bir dilden alınma söz.
20. Yazım: Yazım (=imla) yanlışı.
21. Yerinde değil: Yerinde kullanılmamış sözcük, deyim.
22. Zevksiz: Başarısız bir edebi özenti.





Budalalık, hayali delilikle;
hayal de budalalığı cehaletle suçlar.
BERNARD SHAW




II. BÖLÜMCE (=PARAGRAF) BİLGİSİ


BÖLÜMCEDE ANLAM VE ANLATIM

Yazı türüne bağlı olarak bölümceler (=paragraflar) yazıda işlenen duygu ve düşünceleri bütünlük içinde veren temel yazı birimleridir.
Bölümce (=paragraf), yazıda işlenen duygu ve düşünceler arasındaki geçişleri göstererek bir yazının anlaşılmasını ve okunmasını kolaylaştırır.
Bilimsel araştırma, inceleme, eleştiri, makale, deneme vb. düşünce ağırlıklı yazı türlerinde bölümceler, düşüncenin geliştirilmesinde ve açıklanmasında; roman, öykü, masal vb. olay ağırlıklı yazı türlerinde olayın geliştirilerek sonuca bağ-lanmasında; anı, özyaşamöyküsü, yaşamöyküsü, mektup vb. duygu ağırlıklı yazı türlerinde ise duyguların çeşitlendirilerek belirtilmesinde çok önemli bir işlev üstlenir.
Bölümcenin düzgün ve etkileyici olabilmesi için, bölümcedeki tümceler, yazının bütününde verilmek istenen mesajı, anadüşünceyi destekleyici nitelikte olmalı; anlatım bütünlüğünü bozacak ifadelere yer verilmemelidir. Diğer bir deyişle, tümcelerdeki anlam birbiriyle çelişmemeli, dil ve anlatım özellikleri bakımından birbirine bağlı olmalıdır.


Bir bölümcenin (=bir paragrafın) düzgün ve etkileyici olması için genel olarak bilinmesi gerekenler şunlardır:

BÖLÜMCELERİN İÇ DÜZENLEMESİ (=PARAGRAFLARIN İÇ KOMPOZİSYONU)

GENEL YÖNETLER

Türkçede, bölümce sözcüğünün Fransızca karşılığı ‘paragraf’ olarak bilinir.
Biçim olarak bölümce: Herhangi bir yazının, bir satır başından öteki satır başına kadar olan bölümü ya da tümceler topluluğudur.
İçerik bakımından bölümce: Yazıda herhangi bir nitelikçe benzer ya da eşit olan düşünce, konu ve olguların, bir bütünü oluşturan parçaların bir araya getirildiği; bir kümede toplandığı, bir yazıyı oluşturan düşünceler birimi ya da dü-şünceler bölümüdür.

Bölümce, bir yazıda ya da yapıtta iki yönden ele alınır:

1. Biçim (=şekil) yönünden: Bir yazının tümü içinde, satır başlarıyla ayrılan bölümlerdir.
Bölümcelerin şekli nasıl olursa olsun (satırın içeriden başlatılması ya da bir satır boşluk bırakılması...) önemli olan yazının alt birimlerinin yeterince hissettirilmesi ve okuyucunun yazıyı usanç duymadan okuyabilmesidir.
Bir tek tümceden oluşan bölümceler olduğu gibi, birden çok tümceyle oluşturulan bölümceler de olabilir.
Bölümcelerin uzunluğu ya da kısalığı, içindeki yardımcı düşüncenin tartışmayı gerektiren bir nitelik taşıyıp taşımamasına göre değişir.
Bir anadüşünceyle ilgili yardımcı düşüncelerin tümünü, tek bölümce içinde anlatmak, düşüncelerin kavranmasını güçleştireceğinden ve okuyucuya bıkkınlık vereceğinden doğru değildir. Bir yazının, biçim (=şekil) bakımından bölümcelere bölünmesi, okuyucunun konuyu daha kolay anlamasını ve dikkatini canlı tutmasını sağlar.
Her bölümcede, doğrudan doğruya ana sözü taşıyan bir yardımcı düşünce vardır. Bölümcenin öteki sözleri, ana sözdeki düşünceyi açıklamak için sıralanır.
Makale, söyleşi, anı vb. çok uzun olmayan yazılarda bir giriş, birkaç tane gelişme, bir de sonuç bölümcesi yer alır. Kimi anlatım türlerinde, bu bölümcelerden başka, başlangıç ve geçiş bölümcelerine de yer verilir.
Giriş Bölümcesi: Kısa yazılardaki giriş bölümcelerinde, ne tür bir düşünce üzerinde durulacağı; öykü, roman, tiyatro türü yapıtlarda ise, olayı yaratan kişiler ve olayın geçtiği yer tanıtılır.
Gelişme Bölümceleri: Kısa yazılarda düşüncenin açımlanmasını, uzun yazılarda da olayların, düşüncelerin ve konunun açımlanması gösterir.
Sonuç Bölümcesi: Özellikle roman ve tiyatro türü yazılarda sonuç bölümcesi bulunmaz. Bu bölümce, önceki bölümcelerde açıklanan düşüncelerin bir özeti durumundadır. Ancak, önceki bölümcelerde yazının ne demek istediği yeterince açıklanabilmişse, sonuç bölümcesi gerekli olmayabilir.

2. İçerik yönünden: Yazının içyapısına göre, bir yardımcı düşüncenin anlatıldığı söz ya da sözcük topluluğudur.
Bölümceler, içerik bakımından incelendiğinde, bir bölümce içerisindeki tümceler, anadüşünceyi belirten bir temel tümceyle; bu tümceyi, ileri sürülen düşünceler yönünden destekleyen, açan sözlerden oluşur. Öteki tümceler ya da söz yığınları, anadüşünceyi açıklamak, anlatıyı güçlendirmek için düzenlenir.
Anlatıma devinim kazandırmak için, ana tümcenin bölümceler içerisinde değişik yerlerde bulundurulması, kısa ya da uzun bölümcelerin art arda getirilmemesi, okuyucunun bıkkınlık göstermeden okumasını sağladığı gibi, yazıyı da etkili kılar.
Bir konuya doğrudan doğruya girişi sağlayan ilk bölümce, başlangıç bölümcesi olarak adlandırılır.
Başlangıç bölümceleri, açıklamalı başlangıç ve girişli başlangıç olmak üzere iki çeşittir.
Aytışılacak (=tartışılacak), yargı ya da öne sürülen düşünce çok kısa ve anlamada karışıklığa fırsat verecekse, doğal olarak açıklamalı başlangıç yapılması zorunludur. Bunun için açıklamalı başlangıçla, ortaya konulan sorunun ya da konunun öz olarak ve aydınca bir yaklaşımla açıklanması gerekir.
Yazıda, yeterince açık olan bir konunun ya da düşüncenin açıklanması için değil de, sorunun gerçek önemini ya da gerçek anlamını vurgulayan başlangıçlar da açıklamalı başlangıç olarak adlandırılır.
Girişli başlangıç, yazıda yararlı olmakla birlikte aslında bir süs olarak bilinir ve kimi yazılarda bulundurulur. Girişli başlangıç her durumda genişletme için gerekli görülmez.
Namdar Rahmi Karatay’ın vurguladığı gibi: Nasıl ki, bir kemer anıtın veya herhangi bir yol köşkün parçasıdır ve onların süsünü, güzelliğini arttırırsa, girişli başlangıç da yazıda, anıtın girişindeki bir kapı kemeri ya da bir köşke giden sevimli, görkemli bir yol benzer. Ancak, mantıkça gereksiz bir başlangıç bölümcesi olmakla birlikte, tartışmanın ya da düşünce kavgasının ortasına doğruca atılmaktan çekinen kimi okuyucu için yine de tartışmayı ilginç duruma getirebilir.
Asıl konuya incelik ve ustalıkla girmenin pek çok yolu vardır; her yazar kendine özgü pek çok daha güzel yol keşfedilebilir. Okuyucuyu, konuya çok güçlükle ve uzun dolaşmalardan sonra götüren ya da konu dışına düşen girişlere baş-vurmaktansa girişli başlangıca yazıda yer vermemek gerekir.


Girişli başlangıç yerine şunlar yapılabilir:

1. Ortaya konulan sorunun önemi belirtilebilir.
2. Sorunun güçlüklerine dikkat çekilebilir.
3. Okuyucunun sorunu kolaylıkla ve birdenbire fark edebileceği bir anlatımla konuya giriş yapılabilir.
4. Sorunun kişiler üzerindeki etkilerinin nedenleri ya da bir olgunun mantıkça gerekli ve zorunlu sonuçları (=sonur-guları) ya da nedenlerinden biri olan daha genel konunun ne olduğu gösterilebilir.
Sonuç olarak, ne söyleyeceğini bilen ve yazma sanatında birkaç denemesi olan bir ilköğretim öğrencisi bile girişli başlangıç yapmadan konuya doğrudan doğruya girebilir ve okuyucunun sabır sınırını zorlamadan yazıyı sonlandırabilir.
Bu tür başlangıçlar, sadece ortaya konulan sorunun gizlediği ya da sorunun güçlüğünü, karmaşıklığını, görünürde bir açıklık ve duruluk arkasında gizlenen çapraşıklığını göstermek gerektiği zamanlarda doğru olur.
Konunun ağırlığı ve yazının türüne göre konuya girmeden önce, okuyucunun zihninin konuya hazırlanması isteniyorsa, hazırlık bölümcesi düzenlenir.
Konu ilk bölümcelerde genel çizgileriyle, okuyucunun belleğinde canlandırıldıktan sonra gelişme bölümceleri ile konu geliştirilir. Yalnız bir bölümce ile gelişme bölümcelerini geçiştirmek, konu anlatımını güçsüzleştirebilir.
Gelişme bölümceleri, yazının uzunluğuna, düşüncelerin yoğunluğuna göre düzenlenmelidir. Anlatılmak istenen konu, savunulan düşünceler, verilmek istenen iletiler tam ve doğru olarak ortaya konuncaya kadar gelişme bölümcelerinin sayısı arttırılabilir. Ancak buradaki düşünceler, iletiler arasındaki bağların kopmamasına ve konunun birliğinin bozulmamasına özen gösterilmelidir.
Konuyla bütün sağlayan düşünceler ve iletiler tam olarak işlendikten, anlatının yeterli olduğuna karar verildikten sonra sonuç bölümcesi yazılır.
Sonuç bölümcesinde yeni bir düşüncenin ortaya konulması aslında gerekmez. Okuyucuya asıl verilmek istenen iletiler genellikle sonuç bölümcesinde verilir. Sonuç bölümcesinde, okuyucunun belleğinde kalması istenilen sözler, konuyla ilgili anlatılanlar ya da söylenenler göz önünde tutularak konunun okuyucuya özet olarak sunulması sağlanır.


Yazıda genel olarak üç çeşit sonuç bölümcesi ya da vargıdan birine yer verilebilir.

1. Kısa ya da Özetlenmiş Vargı: Bu tür sonuç bölümcesi, konuyu, anadüşünceyi birkaç tümcede toplayan vargıdır.
2. Göndermeli ya da Görgül Vargı: Konunun anlatımı, okuyucuyu erişilmesi istenilen ereğe götürmüş olsa da asıl amaçla ilintili başka düşünce, duyu ya da algılara dayanan özellikler taşıyabilir. Bu tür bir sonuç bölümcesi anadüşünceyle ilintili düşüncelere dikkat çekmek için gerekli olabilir.
3. Bu iki vargıdan başka, hiçbir kurala uymayan, yazarların ince ve ustalıklı yaratıcılığıyla yazın yaşamına girmiş pek çok vargı vardır. İşte asıl bunlar, tamamiyle sade ve tabii olarak önceden görülemez oldukları için en iyileridir. (Namdar Rahmi Karatay agy.)




BÖLÜMCEDE (=PARAGRAFTA)
İÇERİK VE BİÇİM YÖNÜNDEN
ÖNEMLİ NOKTALAR

1. Konunun tümü, göz önünde tutulmalıdır.
2. Her bölümcede düşünce birliği olmalıdır. Konunun belirli kısımlarını belirten düşünceler, doğru ve etkileyici tümcelerle anlatılmalıdır.
3. Bir bölümceden ötekine bir düşünce bağı oluşturularak geçilmelidir.
4. Bölümce sayısının, yazının türüne göre düzenlenmesine dikkat edilmelidir.
5. Bölümcenin uzunluğu ya da kısalığı, konuyla ilgisi bakımından içindeki yardımcı düşüncenin taşıdığı öneme göre değişir.
6. Yazının sıkıcı olmaması için, paragraflar çeşitli uzunluklarda oluşturulmalıdır.
7. Bir yazıda kaç tane yardımcı düşünce varsa o kadar da bölümce vardır. Yardımcı düşüncelerin tek başlarına bir değerleri yoktur. Ancak anadüşünceyle bağlantıları ölçüsünde değer kazanırlar.
8. Yardımcı düşüncelerle anadüşünce arasında mantıksal bir uygunluk bulunmalıdır. Aksi durumda, yardımcı düşünceler boşlukta kalır, yazının ya da konunun bütünlüğü bozu-lur.
9. Her bölümcenin içindeki kuşkulu sözler, deyimler, yinelemeler, bütünün anlaşılmasını güçleştirebilir.
Kimi sözcüklerin aşırı biçimde yinelenmesi, abartı ve göz doldurma için sözcükler ya da sözler kullanılması, bir sözcüğün hatırı için anlamdan vazgeçiş, düşünceden düşünceye beceriksizce geçiş ve benzeri birçok kusur yüzünden konunun genişletilmesi, anadüşüncenin ve yan düşüncelerin genişletilmesini itici ve etkisiz duruma getirebilir.
Yapıtın olabildiğince kusursuz olabilmesi için gereksiz süslemelerden, eski bir deyişle sanat için ‘edebiyat yapmaktan’ sakınılmalı, anlatımın öz ama etkili olmasına, konu ve düşünceler arasındaki birliğin ve bağların bozulmamasına dikkat edilmelidir.




Çok gezenler, çok yaşayanlar değil,
çok okuyan ama okuduğu şeyleri, düşünceleri
bilim yöntemi ile bilimin süzgecinden geçirenler bilir.
ERDOĞAN BAKAR




DÜŞÜNCEYİ GELİŞTİRME YÖNTEMLERİ

Yazının türüne göre, düşünceyi geliştirme yöntemleri de değişebilir.
Ele alınan konunun, ileri sürülen düşüncenin etkileyici ve inandırıcı olmasını sağlamak amacıyla başvurulabilecek düşünceyi geliştirme yöntemleri şunlardır:

1. Tanımlama
2. Örneklendirme
3. Karşılaştırma
4. Tanık Gösterme (Alıntı Yapma =Alıntılama)
5. Sayısal Verilerden Yararlanma


1. Tanımlama

Tanımlama yöntemi özellikle açıklayıcı anlatım türündeki yazılarda ele alınır. Tanımlama, ele alınan bir nesnenin ya da kavramın temel özellikleriyle ne olduğunu veya ne olmadığını belirtmek için başvurulan doğrudan anlatım yöntemidir.


2. Örneklendirme

Örneklendirme, ele alınan konunun yaşanan, görülen, okunan, tasarlanan düşünce, benzetme vb. çeşitli örneklerle somutlaştırılarak okuyucunun belleğinde canlandırılmasını sağlamak amacıyla başvurulan bir yöntemdir.


3. Karşılaştırma

Karşılaştırma yöntemi, günlük konuşmalarda da kullanılan bir yöntemdir.
Sözlü ve yazılı anlatımda karşılaştırma, düşünceyi geliştirmek, söylenileni inandırıcı kılmak için, birbiriyle ilişkili iki varlık, iki kavram ya da herhangi iki şeyi, benzer ya da farklı yönleriyle karşılaştırarak inceleme yöntemidir.


4. Tanık Gösterme (=Kanıtlama)

Tanık göstermek ya da tanıklamak bir savı tanık göstererek belgelemek, desteklemek, kanıtlamaktır.
Tanık gösterme, ele alınan konunun inandırıcı kılınması amacıyla başkalarının düşüncelerinden, sözlerinden yararlanılarak desteklenmesidir. Tanık olarak gösterilen kişinin sözleri değiştirilmeden, doğrudan anlatım biçiminde tırnak ( “...” ) içinde verilebileceği gibi dolaylı anlatım biçiminde de verilebilir.


5. Sayısal Verilerden Yararlanma

İnceleme, araştırma, makale vb. bilimsel içerikli yazılarda başvurulan bir yöntemdir.
Ele alınan konuyu, düşünceyi inandırıcı kılmak için, daha önce yapılmış araştırmaların verilerinden yararlanılır.




Doğal güzelliğe en aykırı olan şey, herkesin bildiği sıradan
düşünceleri, garip ve gösterişli bir biçimde anlatmaktır;
bir yazarı en çok küçülten de budur.
BUFFON




III. ANLATIM BİÇİMLERİ

Anlatım (=ifade) temel (gerçek, genel) anlamıyla, anlatmak eylemi ya da biçimidir. Anlatım, bir duyguyu, düşünceyi, tasarıyı, konuyu söz ya da yazı ile dile getirme işidir.
Anlatım biçimi, duygu, düşünce, eylem ve düşlerin kişisel söyleme biçimi, deyiş, anlatıştır. Anlatım biçimi, günümüzde eşanlamlarıyla biçem ya da üslup olarak bilinir.
Anlatım biçimi, Türkçede stil, tarz, anlatı vb. sözcüklerle de eşanlamlıdır.
Bir çağa, bir ülkeye ya da bir sanatçıya özgü teknik, renk, söyleyiş ve biçimlendirme özelliği olan anlatım biçimi; Türkçede anlatma biçimi, yapış biçimi de denilen biçem ya da üslup; sanatçının anlatma ya da yapma yolu, anlatış özelliğidir; duygu, düşünce, eylem ve düşlerin kişisel anlatım biçimidir. Biçemi ve biçem yöntemlerini yazınsal ve dilbilimsel ilkelerle araştıran, inceleyen bilim dalına, anlatımbilim ya da deyişbilim (=stilistik) denir. Deyişbilim, eşanlamıyla anlatımbilim, dilde sözcük ve sözdizimi ile anlatım, deyiş arasındaki ilişkiler üzerinde duran, biçem yöntemlerini inceleyen, araştıran bilimdir.
Yazıda işlenen konunun, anadüşüncenin, iletilerin özelliğine göre çeşitli anlatım yöntemleri kullanılır. Yazıda yer alan, bir bölümcenin (=bir paragrafın) yazılış amacı, anlatım biçimini de belirleyen temel etkendir.


Belli başlı anlatım biçimleri şunlardır:

1. Özlü Anlatım Biçimi
2. Doğrudan Anlatım Biçimi
3. Konuşmalı Anlatım Biçimi
4. Manzum (Koşuk, Nazım, Şiir) Anlatım Biçimi
5. Kanıtlama (İspatlama) Yoluyla Anlatım
6. Asıl Anlamında Anlatım
7. Betimleme (=Tasvir) Yoluyla Anlatım
8. Öyküleme (=Öyküleyici Anlatım Biçimi)
9. Tartışmacı Anlatım
10. Açıklayıcı Anlatım



1. ÖZLÜ ANLATIM BİÇİMİ

Arapça kökenli ad türünden bir sözcük olan icaz, az sözle çok şey anlatma sanatıdır. Türkçe eşanlamıyla özlü anlatımdır.
Gereksiz sözler kullanmadan düşünceyi açık seçik bir biçimde aktaran, ileten özdeyişler (=vecizeler), kimi deyimler ve atasözleri özlü sözün, özlü anlatımın en güzel örnekleridir.
Özlü anlatım, az sözcükle oluşturulan tümcelere, sözlere çok geniş anlam ve kavram yüklemek demektir.
Özlü anlatım, anlam bakımından yüklü olmakla birlikte açıklık özelliği aranır. Anlatımın açıklık niteliği göz ardı edilirse, düşüncenin kavranılması güçleşir ve anlatım etkili olmaz.



2. DOĞRUDAN ANLATIM BİÇİMİ

Doğrudan anlatım, tanım ve açıklama yoluyla bir şeyin dolaysız olarak anlatımıdır.
Doğrudan anlatımın etkili olabilmesi için çeşitli tekniklerin yerinde kullanılmaları gerekir.
Kimi konuların doğrudan anlatımında şekil, resim, grafik, harita vb görsellerden yararlanılabilir.
Doğrudan anlatımda, bir düşüncenin ya da zor bir konunun değişik tümcelerle yinelenmesi, kişinin belleğine yerleştirilmesinde etkili olabilir.
Çok uzun konuların anlatımında karışıklığın önlenebilinmesi için, konunun bölümlenmesi gerekebilir. Sorunların sınıflandırılması ve sırayla açımlanması tekniği, konunun ya da sorunların anlaşılmasını kolaylaştırır.
Kimi konular ise çözümleme (=tahlil) ve karşılaştırma (=mukayese) gerektirebilir.
Çözümleme, bir konuyu, bir nesneyi düşünsel ya da gerçekliği yönünden kurucu parçalarına ayırarak yapısının, işleyişinin, gelişim yasalarının ortaya konması işlemidir.
Karşılaştırma (=mukayese), sözlü ve yazılı anlatımda, düşünceyi geliştirmek, söylenileni inandırıcı kılmak için, birbiriyle ilişkili iki varlık, iki kavram ya da herhangi iki şeyi, ortak olan ya da olmayan yönleriyle karşılaştırarak inceleme yöntemidir. Doğrudan anlatımda, konuların ya da düşüncelerin benzer ya da ayrı yanlarını ortaya çıkarmak için onları yan yana getirip incelemektir.
Doğrudan anlatımda zamanla ilişkili konular tarihi sıra (=kronolojik) içerisinde verilmeli; coğrafi konularda ise yer sırasına dikkat edilmelidir.



3. KONUŞMALI ANLATIM BİÇİMİ

Konuşmalı anlatım, bir konu üzerinde birden çok kişinin konuşturulmasıyla ortaya konulan anlatım biçimidir.
Bu anlatım biçiminde yazar genellikle anlatımın dışında kalır. Konuşmalı anlatım roman, öykü, tiyatro, opera vb. yapıtlar dışında, manzum (=Koşuk, Nazım, Şiir) türünde yapıtlarda da kullanılır.
Bir yapıtta iki kişi arasında geçen konuşmalı anlatıma diyalog; bir konu üzerinde tek kişinin kendi başına konuşma-sına monolog olarak adlandırılır.



4. MANZUM ANLATIM BİÇİMİ

Düz olmayan, ölçülü, uyaklı olan, koşuk biçiminde düzenlenmiş anlatım biçimidir.
Tüm şiirler, (serbest nazımla yazılanlar ayrı) manzum anlatımla söylenir, yazılır. Kimi tiyatro yapıtları, destanlar, masallar manzum olarak düzenlenmiştir.
Manzum anlatım, her ulusun edebiyatında bulunur. Ölçü ve uyaktan aldığı iç uyum ve ritimle, manzum anlatım etkileyici bir anlatım biçimidir.



5. KANITLAMA YOLUYLA ANLATIM BİÇİMİ

Kanıtlamak (=ispatlamak), bir şeyin doğruluğunu, gerçekliğini, gerçek yönünü, olabilirliğini, yapılabilirliğini kanıtla, belgeyle ortaya koymaktır.
Okuru bir şeye inandırmak, bir şeyi kanıtlamak için bu anlatım biçimine başvurulur.
Bir düşüncenin doğruluğunun kanıtlanması için yazıda şu ilkeler göz önünde tutulmalıdır:
1. Savın (=tezin) saptanması ve ortaya konulması: Sav, öne sürülerek savunulan düşünce, eşanlamı iddia; mantık biliminde tanıtlanması gereken önermedir. Kanıtlamak ama-cıyla ileri sürülen düşüncedir.
Bu anlatım biçiminde dikkat edilmesi gereken noktalardan birisi, ortaya konulan savın tartışmaya açık olup olmamasıdır. Doğruluğu herkes tarafından bilinen düşüncelerin kanıtlanması gereksizdir.
Kanıtlanması istenilen düşünce, bir hüküm tümcesiyle ileri sürülmelidir. Her savın, bir de karşı savı vardır.
2. Kanıtların (=delillerin) seçilmesi ve yerleştirilmesi: Bu aşamada, anlatım iki yönlü gelişebilir; biri diğer karşı savın delillerinin çürütülmesi, diğeri kanıtlanmak istenilen düşüncenin kanıtlarının açımlanması.
Okuyucuyu etkileyebilmek için önce karşı savın delilleri, dayanak noktaları bilimsel olarak çürütülmelidir. Ondan sonra savunulacak düşüncenin kanıtları sağlam olarak belirtilmelidir. Bu şekilde, okuyucunun bir düşünceyi kabul-lenmesi kolay olabilir.
Kanıtların sıralanmasında en çok uygulanan yöntem, delillerin tikelden genele doğru ya da genelden tikele doğru yerleştirilmesidir.
Diğer bir yol ise, konunun kanunlardan olaylara doğru ya da olaylardan kanunlara doğru bir sıra izlemesidir.
Kanıtlama yoluyla anlatımda, bu yollardan başka, anlatım nedenlerden sonuçlara doğruda yapılabilir.
Bir diğer metod, konunun yapıttan, yapıtı ortaya koyan kişiye doğru anlatılmasıdır.
Savın kanıtlanması (=tezin ispatlanması), bu aşamada yapılacak şey, yeni bir düşünce ileri sürmeden, baştan beri gelen sav – karşı sav kanıtlarının birbirlerine kıyaslanması yoluyla okuyucuya bir sonuç (=vargı) sunulmasıdır. Bu vargı, bütün kuşkuları ortadan kaldırıcı ve okuyucuyu doyurucu biçimde yazılmalıdır. En sonunda, baştan beri anlatılanlar öz olarak sunularak açık bir yargı bildirilir.



6. ASIL ANLAMINDA ANLATIM BİÇİMİ

Hangi tür ve hangi biçimde olursa olsun bir anlatım, olabildiğince açık ve kimi durumlarda olup biteni bütünüyle, olduğu gibi göstermelidir.
Anlatım, varılacak sonuç ya da çözülecek sorun için faydasız, gereksiz şeylerden temizlenmelidir. Anlamlı olgular aranıp seçilmeli ve konunun türüne göre eğlenceli ya da komik, ya da pitoresk, etkileyici, dramatik vb. birini ötekine ta-şıyan olgulara yer verilmelidir.



7. BETİMLEME YOLUYLA ANLATIM BİÇİMİ

Betimlemek (=tasvir etmek), bir şeyi, göz önünde canlanacak biçimde, kendine özgü yönlerini belirterek söz ya da yazı ile ayrıntılarıyla anlatmaktır.
Betimleme yoluyla anlatım, bir şeyi, bir kişiyi, bir olay ya da duyguyu genel hatlarıyla ve ayrıntılarıyla betimleyerek anlatmadır.
Betimleme yoluyla anlatım biçiminin, gözlemle sıkı bir ilişkisi vardır. Aynı türden canlı, cansız varlıkların birbirine benzeyen özellikleri olduğu gibi, birbirinden ayrılan nitelikleri de vardır. İşte bu benzer yanlarıyla, farklı yanlarını an-latabilmek için iyi bir gözlem gerekir. İnsan iyi tanıdığı bir şeyi iyi anlatır.
Varlıkların ayırıcı niteliklerini, herhangi bir şeye kendine özgülülük kazandıran yanlarıyla ayırabilmek, yazıda ancak betimleme yoluyla anlatım biçimiyle yapılabilir.
Herhangi bir şeyle ilgili ayrıntılı bilgi ve iyi bir gözlem olmazsa, o şeyle ilgili betimleyici bir anlatım da yapılamaz.
Betimleme, eşya betimlemesi ve insan betimlemesi olmak üzere başlıca iki çeşittir.
Eşya betimlemesinde, görünümlerle (=manzara), her çeşit eşya ve hayvanın ayırıcı özellikleri anlatılır. İnsan betimlemesinde ise kişinin, diğer kişilerden ayırıcı fiziksel ve tinsel (=ruhsal) özellikleri işlenir.


Betimlemede, öncelikle iki şeye dikkat edilmelidir:

1. Betimlemenin, betimlenen şeyin doğruluğuna aykırı düşmemesine dikkat edilmelidir.
2. Betimlemenin okuyucunun belleğinde canlandırılmasına özen gösterilmelidir.
Kişi betimlemesi (=portre), üç şekilde yazılabilir:
1. Fiziksel betimleme: İnsanın yalnızca fiziksel ayırıcı özelliklerini tanıtır.
2. Tinsel (=ruhsal) betimleme: İnsanın yalnızca ruhsal ayırıcı özelliklerini tanıtır.
3. Fiziksel ve tinsel betimleme: Her iki yönden tanıtır.



8. ÖYKÜLEME

Öyküleme (=Tahkiye, Hikayeleme) bir olayın, bir konunun, varlıkların hareket durumunun genel hatlarının ve ayırıcı niteliklerinin inandırıcı biçimde canlandırılarak anlatımıdır.
Genellikle öykü, roman anlatımları, anlatımın öyküleme biçimiyle yapılır. Anı, söyleşi, tarihi konuların anlatımında da, öyküleme anlatım biçimi kullanılır.
Her yapıtın en azından bir amacı ve yazarın okuyucuya iletmek istediği iletileri vardır. Hiçbir yapıt amaçsız değildir.
Diğer anlatım biçimlerinde olduğu gibi, öyküleme anlatım biçiminde de, en başta amaç, konu, mantıksal sıralama, malzeme seçimi, betimlemeler, görüş tarzı, anlatım tarzı, kanıtların seçimi ve yerleştirilmeleri, zaman, mekan vb. öğeler özenle işlenmelidir.
Öyküleme ya da öyküleyici anlatım, diğer anlatım biçimlerinin tümünü içerisinde taşıyan bir anlatım biçimidir. Diğer bir deyişle öyküleyici anlatım biçimi, diğer anlatım biçimlerinden yararlanmak ve diğer anlatım biçimleri yönet-lerine uymak zorundadır. Örneğin, betimleyici anlatımın olmadığı ne bir öykü, ne de bir roman vardır.
Öz olarak, en başta bütün anlatım biçimlerinin teknik özellikleri, ilkeleri özümsenmeden iyi bir yazar olunamaz. Ayrıca bir yapıta sanatsal, edebi değer kazandıran nitelikler (düşüncede özgünlük, duyguda özgünlük, düşte özgünlük, biçemde ve anlatım özelliklerinde özgünlük) göz ardı edilmemelidir.
Usta bir yazar olmanın yolu, kuşkusuz belli amaçlar doğrultusunda kendini sadece düşünmeye, okumaya, araştırmaya ve ‘sade yazmaya' adamaktır.



9. TARTIŞMACI ANLATIM

Genellikle eleştiri, söyleşi, deneme, makale vb. yazı türlerinde kullanılan bir anlatım biçimidir.
Yazar, düşüncelerini iletirken okuyucuyu kendi söyledikleri üzerinden düşünmeye yöneltmek amacıyla karşısında biri varmış gibi konuyu tartışır.
Tartışmacı anlatım biçiminde, kimi zaman karşı düşünce dile getirilir ve yazının genelinde karşıt düşünce çürütülmeye çalışılır kimi zamanda savunulan düşünce ileri sürülür ve tartışma bunun üzerinden yapılır.



10. AÇIKLAYICI ANLATIM

Ele alınan konuyla ilgili bilgi vermek, bir şeyler öğretmek amacıyla yazılan yazılarda kullanılan anlatım biçimidir.
Örneğin, tarihsel ya da bilimsel konularla ilgili yazılarda, ders kitapları ve ansiklopedilerde kullanılan anlatım biçimi açıklayıcı anlatımdır.



Anımsatma:

NOT ALMANIN ÖNEMİ

Biliyorsunuz, not alma bir yazının, bir durumun, bir konuşmanın, gözlemlenen, görülen bir şeyin, belli bir amaç için gerekli olabilecek, en ilginç, en özgün yanlarını bir yere yazmaktır.
Düzenli alacağınız notlar, kim bilir ileride oluşturacağınız bir yapıtın, belki de bir başyapıtın yapı taşları olabilir.
Neden olmasın...





Bir öğretmen sonsuzluğa hükmeden insandır.
Etkilerinin nerede biteceği asla bilinemez.
HENRY ADAMS



Ulusları kurtaranlar, yalnız ve ancak öğretmenlerdir.
M. KEMAL ATATÜRK



IV. YAZILI ANLATIM TÜRLERİ

Bir yapıtın anlatım biçimi ve içeriği, yapıtın türünü de belirleyen temel özellikleridir.
Türkçede, günümüzde stil, tarz, anlatı, biçem, üslup olarak bilinen anlatım biçimi duygu, düşünce, eylem ve düşlerin kişisel söyleme biçimi, deyiş ya da anlatıştır.
İçerik (=muhteva), genel anlamıyla, bir şeyin içinde bulunan öğelerin ve taşıdığı özün tümüdür.
Mantık biliminde içerik, bir tümcede, bir yargıda açıkça söylenmemekle birlikte varlığı anlaşılabilen şeydir.
Yazıda içerik, bir anlatımın, bir yapıtın ya da sanatsal yaratının insana vermek istediği duygu, düşünce ve imgelerin tümü, biçimden ayrı olarak, konunun özü ve iletisidir.
Şiir, öykü, roman, oyun, deneme, eleştiri vb. yazınsal türlerin kurallarıyla ve bunların öğretimiyle uğraşan bir bilim olan yazınbilimde (=edebiyat) çeşitli türlere ayrılan yapıtlar, anlatım biçimleri ve içerik özelliklerine göre gruplandırılır. Diğer bir deyişle, edebiyatla ilgili ürünler, biçimleri, teknik ö-zellikleri, konuları vb. özelliklerine göre değerlendirilir.
Yazın alanında günümüzde, yeni anlatım türleri oluşurken, eski anlatım türlerinden kimileri de zamanla kullanılmaz olmuştur.
Yazılı anlatım türleri, bilgi aktarımına yönelik türler, gerçek yaşamdan söz eden türler, edebi (=yazınsal) türler olarak gruplandırılarak biçim ve içerik özellikleri bakımından incelenebilir.




BİLGİ AKTARIMINA YÖNELİK
ANLATIM TÜRLERİ

Bilgi aktarımına yönelik bilinen anlatım türleri şunlardır:
1. Makale
2. Fıkra
3. Eleştiri
4. Röportaj
5. İnceleme / Araştırma



1. MAKALE

Makale, belli bir konuda bilgi vermek, bir görüşü desteklemek, bir savı öne sürüp onu kanıtlamak ereğiyle yazılan anlatı türüdür.
Edebiyatımızda ilk makale örneği, “Mukaddime” (Önsöz), 1860 yılında Tercüman-ı Ahval’de yayımlanmıştır.
Okuyucuyu bilgilendirme amacıyla bilim, sanat, ekonomi, politika vb. alanlarda her türlü olay ya da olgunun ele alınabildiği makale türü, gazeteyle birlikte doğup gelişmiştir.
Gazete ve dergilerde ilk sütuna ya da birinci sayfaya konulan, başyazar ya da yetkili bir kişice yazılan yazılara başyazı (=başmakale) denir. Diğer makaleler, gazete ya da dergilerin iç sayfalarında yayımlanır.
Makale yazarı, örnekleme, tanık gösterme, karşılaştırma, tanımlama, sayısal verilerden yararlanma vb düşünceyi geliştirme yollarından, açıklayıcı ve tartışmacı anlatım biçimlerinden yararlanır.
Yazar, makalenin girişinde öne sürdüğü sav ya da düşünceyi kanıtlamak zorundadır. Makalede, söz oyunlarına, dolaylamalara başvurulmadan, konunun nesnel bir anlayışla ele alınması gerekir.

Anımsatma:
Makale için bkz. Yazmanın Aşamaları, 5. Tasar...



2. FIKRA

Gazetelerde, güncel toplumsal olayları, sorunları bir görüşe, bir düşünceye göre yorumlamak için yazılan bir anlatı türüdür.
Fıkra, makaleye göre daha kısa bir yazı türüdür. Fıkrada, ileri sürülen görüşlerin, kimi kanıtlarla kanıtlanması zorunluluğu yoktur.
Bekri Mustafa, Nasreddin Hoca, vb. güldürürken düşündüren kişilerin öykücükleri olan fıkralarla ya da nesnellik gerektiren makale ile gazetelerde köşe yazısı olan fıkra türünden yazıyı ayırt etmek gerekir.
Gazetelerde köşe yazısı olan fıkra, yazınımıza Tanzimat Dönemi’nde Batı’dan girmiştir.

Fıkra türünün özellikleri şunlardır:
1. Fıkrada, seçimler, çevre kirliliği, insan hakları, ekonomik kriz vb. günlük olaylardan seçilen konu, genellikle yüzeysel olarak ele alınır.
2. Yazar, fıkrada işlediği konuyu kendi görüşleri açısından istediği gibi hoşa giden, esprili bir anlatımla ele alabilir, nesnel olmak zorunda değildir.
3. Öznel nitelikler taşıyan fıkrada anlatım kısa, açık ve etkileyicidir.
4. Fıkrada, çeşitli anlatım biçimlerinden yararlanılır.



3. ELEŞTİRİ (=TENKİT)

Eleştiri genel olarak, bir insanı, bir konuyu, bir yapıtı, doğru ve yanlış yönlerini bulup göstermek ereğiyle incelemektir.
Felsefede eleştiri, bilginin doğruluk durumunu, dayanaklarını inceleme, sınama ve yargılamadır.
Amacı, görsel ya da yazınsal bir sanat yapıtını her yönüyle ele alıp açıklamak, anlaşılmasını sağlamak ve değerlendirmek olan anlatım türüne eleştiri ya da tenkit (=kritik) denir.
Eleştiri türü de fıkra gibi, Tanzimat Dönemi’nde, Batı’dan gelmiştir.
Edebiyatımızda, 1866 yılında yazılan “Edebiyatımız Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir” başlığıyla ilk eleştiri yazısı ve 1885 yılında “Tahrib-i Harabat” adlı eleştiri türünde yazılan ilk yapıt Namık Kemal’indir.

Eleştiri adı verilen yazınsal türde yazılar yazan, yazın ya da sanat yapıtlarını inceleyip değerlendiren, eleştiri yapan kimseler eleştirmen, eleştirmeci, eleştirici olarak adlandırılır.
Eleştirmen, yukarıdaki tanımlara göre bir biliminsanı titizliğiyle, duygusallaşmadan işini yapan kişi olması gerekir. Ancak ne yazık ki, günümüzdeki pek çok ‘eleştirmenin ayağı öyle değilmiş’. İşini doğru dürüst yapan eleştirmenlerin, bu söze alınmayacaklarını biliyorum. Ayrıca hiçbirisiyle henüz kişisel bir tatsızlığım da olmadı.
Ancak ne olursa olsun, eleştirmenlerin yazdıkları da (doğru ya da yanlış, haklı ya da haksız) sonuçta yazınsal bir üründür.
İyi bir eleştirmen, bir eseri değerlendirirken genelleme özelliği taşıyan yargılardan kaçınır ve yargılarının gerekçelerini dolaysız bir biçimde ortaya koyar.
İyi bir eleştirmen, önyargılardan uzak bir yaklaşımla sanatçıya, esere, okura ya da topluma dönük eleştirilerini, nesnel bakış açısıyla ortaya koyar.
Bir yapıt, sanatçıya dönük, esere dönük, topluma dönük ya da okura dönük özellikleriyle çeşitli yönlerden incelenip değerlendirilebilir.
Sanatçıya dönük eleştiride, sanatçının kişiliğinin, psikolojisinin vb. bireysel özelliklerinin ortaya konulması için, sanatçının eserleri belge olarak kullanılır.
Esere dönük eleştiride, sanatçının bireysel özellikleri değil, eleştiri konusu olan eserin kendisi incelenir. Esere dönük eleştiri bilimsel eleştiri olarak da bilinir. Bu türde, eleştirmen, bilimsel tavır takınmak zorundadır, aksi durumda ileri sürülen yargılar, eserin gerçekliği ile çelişir.
Topluma dönük eleştiride, eserin toplumsal olay ve olgularla bağlantısı, toplumsal gelişmeye katkısı değerlendirilir. Topluma dönük eleştiri, toplumbilimsel (=sosyolojik), tarihsel vb. türlerde olabilir.
Okura dönük eleştiriye, izlenimci eleştiri de denir. Eleştirmen, eseri değerlendirmekten çok, bir okuyucu olarak kendisi üzerindeki etkilerinden söz eder. Bu tür eleştiride öznel (=bireysel, kişisel) bakış açısı söz konusudur. Her kişi, bir eserle ilgili çok çeşitli görüş belirtebilir.


Eleştiri türünde genellikle şunlara dikkat edilir:

1. Eleştirilen yapıtın amacı nedir?
2. Sanatçı ya da yazar, amacına ulaşabilmiş midir?
3. Hangi sanat anlayışına göre yazılmıştır?
4. Yapıt, özgünlük taşıyor mu?
5. Yazarın, yapıtıyla topluma katkısı nedir?
6. Eleştirmenin, yazara ya da sanatçıya önerileri nelerdir?
7. Her eser, her sanatçı eleştiri konusu olabilir.
8. İyi bir eleştiri öznellikten uzak olmak zorundadır.
9. Eser eleştirilirken nesnel verilerden yararlanarak olumlu ve olumsuz yönleriyle değerlendirilir.
10. Eleştiri türünde, açıklama yapma, tartışma, tanık gösterme, örnekleme vb. anlatım teknikleri kullanılabilir.



4. RÖPORTAJ

Röportaj, bir yazarın bir konuyu inceleyip araştırarak ve kendi görüşlerini, yorumlarını da ekleyerek oluşturduğu yazıdır.
Bir radyo ya da televizyon habercisinin bir konuda hazırladığı ya da bir kimseyle görüşme biçiminde sunduğu program da röportaj olarak adlandırılır.
Röportaj yazan ya da yapan kimseye röportajcı denir.
Röportaj yazıları, araştırma ve inceleme yapmayı, gezip görmeyi gerektirir. Röportajı inandırıcı kılmak için çeşitli görsellerden yararlanılır.
Röportajla gezi yazısı karıştırılmamalıdır. Röportajda, bir sorunu, bir olayı aydınlatmak esastır, gezide ise yalnızca gezilen yerlerle ilgili izlenimler dile getirilir.
Röportaj, eskiden röportajla özdeşleştirilen görüşme (=mülakat) ile de karıştırılmamalıdır. Görüşme, ünlü bir kişiye çeşitli konularla ilgili sorular sorma ve yanıt almadır.
Günümüzde yeni boyutlar ve işlevler kazanmış olan röportaj, bir gazetecilik çalışması olarak bilinmektedir.
Röportaj türünün özellikleri:
1. Röportaj, bir gerçeğin araştırma, gezip görme, görüşme ve soruşturma yoluyla yansıtıldığı anlatım türüdür.
2. Röportaj, bir gerçeği, bir haberi, bilgiyi yalın, etkileyici bir anlatımla yansıtır.
3. Röportajda, konuyla ilgili fotoğraf, resim, şekil ve grafik gibi görsellerden ve bütün anlatım biçimlerinden ve özellikle öykülemeci anlatımdan yararlanılır.
4. Yazar, ele aldığı konuyu bilimsel bir tavırla değerlendirmelidir.



5. İNCELEME (=MONOGRAFİ) / ARAŞTIRMA

Bir bilim ya da sanat konusunu ele alarak onu her yönüyle, geniş bir biçimde açıklayan bilimsel yapıt ya da yazılara inceleme ya da araştırma denir.
İnceleme yazarına incelemeci, araştırmacı ya da araştırıcı denir.
Ünlü bir kimsenin, yazarın, sanatçının yaşamını ve yapıtlarını ya da herhangi bir alanda tek bir konuyu ele alan ve onu özgün bir görüşle inceleyen anlatım türüne inceleme ya da tekyazı, Fransızca olarak da monografi adı verilir.
Yazın alanında, bir sanatçının, ünlü bir kimsenin, yazarın yaşamının belli bir yanı ya da bir yapıtının sadece bir niteliği üzerinde durulması inceleme konusu olabilir.
Bir anlatı türü olan inceleme (=monografi), bilimsel türdeki inceleme, araştırma yazılarıyla, eleştiriyle ve biyografiyle karıştırılmamalıdır.
Biliyorsunuz, eleştiri türündeki yazılarda eleştirmen, kendi öznel yaklaşımıyla bir yapıtın başarılı ya da başarısız yanlarını eleştirir.
Öz Türkçesi yaşamöyküsü olan biyografide ise, ünlü bir kimsenin yaşamı, çalışmaları ve bütün yapıtları genel olarak topluca tanıtılır. İncelemede, bir yapıtın sadece bir niteliği ya da ünlü kişinin yaşamının belli bir yanı ele alınır.
İnceleme (=monografi) yazılarında genellikle şunlara dikkat edilir?
1. İnceleme, örneklere ve belgelere dayandırılır.
2. Aynı konuda başkalarının da görüşlerine yazıda yer verilir; farklı duyumlar tartışılır.
3. İnceleme sonuçta konuyla ilgili bir yargı belirler.
4. İncelenen kişinin o güne kadar bilinmeyen bir yanı ya da yapıtın bir niteliği olumlu ya da olumsuz yönüyle bilinir kılınır.





Milletin genç unsurları bozuk olmaz.
O, ancak yetişkin insanlar bozulduğu zaman bozulur.
MONTESQİEU




İnsan, iyi şeyler yapa yapa, güzel şeyler düşüne düşüne
düşkünlüklerinden arınır.
ERDOĞAN BAKAR





GERÇEK YAŞAMDAN SÖZ EDEN
ANLATIM TÜRLERİ

Gerçek yaşamdan söz eden anlatım türleri şunlardır:
1. Söyleşi (=Sohbet)
2. Görüşme (=Mülakat)
3. Yaşamöyküsü (=Biyografi)
4. Özyaşamöyküsü (=Otobiyografi)
5. Anı (=Hatıra)
6. Gezi (=Seyahat)
7. Günce (=Günlük)
8. Söylev (=Nutuk)
9. Mektup



1. SÖYLEŞİ (=SOHBET)

Konuyu, karşılıklı konuşmayı andırır biçimde işleyen düzyazı türüne söyleşi (=sohbet) denir.
Söyleşi türünün, deneme ile benzerlikleri vardır. Her konuda söyleşi yazılabilir. Söyleşide, bir görüşü kanıtlama amacı güdülmez. Konuya, öznel bir bakışla yaklaşılabilir.
Söyleşi yazmada genellikle şunlara dikkat edilir:
1. Konu genellikle günlük olaylardan ya da sorunlardan seçilir.
2. Düşünceler, okurun ilgisini çekecek biçimde kısa yoldan anlatılır.
3. Anlatımda herkesin anlayacağı biçimde, yalınlığa, duruluğa, içtenliğe dikkat edilir.
4. Deyim, atasözü, özdeyiş ve fıkralardan, konuyla ilgili olarak başkalarının ilginç sözlerinden yararlanılır.
5. Anadüşünce, genellikle yazının sonuna doğru belirtilir.
6. Bilinen anlatım biçimlerinin hepsinden yararlanılır.



2. GÖRÜŞME

Görüşme (=mülakat) bir kimseyle çeşitli konularda yapılan konuşmaları içeren anlatım türüdür.
Görüşmede genellikle şunlara dikkat edilir:
1. Konu çözüm bekleyen önemli bir sorundan seçilir.
2. Görüşülen kişinin sözleri ve amacı değiştirilmeden yapan ya da yetkili kişilerin dikkatini çekmektir.



3. YAŞAMÖYKÜSÜ (=BİYOGRAFİ)

Yaşamöyküsü, bir kimsenin soyu, doğumu, yetişmesi vb. konusunda toplu bilgi veren yazı ya da kitap; Yunancası, ‘biyografi’dir. Büyüklerimiz, yaşamöyküsü ya da biyografi yerine tercüme-i hal derlermiş.
Edebiyatımızda ilk biyografik eser, Çağatay şairi Ali Şir Nevai’nin (1441-1501) Mecalis-ün Nefais adlı yapıtıdır.
Yaşamöyküsü türünden anlatımlar, sanat tarihçilerine kaynaklık eder.
Yaşamöyküleri gerçekleri yansıttığı ölçüde, ünlü kişilerin yaşamları ve yapıtlarıyla ilgili kesin bilgiler edinilmesini sağlar.
Biyografi, yazılışına göre değişik özellikler taşıyabilir. Biyografiye konu olan kişinin yaşamı, çok yönlü ele alınır ve kitap olarak yayınlanırsa bu ayrıntılı biyografi adını alır. Ayrıca, ansiklopediler, sözlükler, antolojiler vb. için yazılan, kişiyi en önemli özellikleriyle tanıtan biyografiler de vardır.

Yaşamöyküsü yapıtlarının özellikleri şunlardır:

1. Yaşamöyküsü belgelere, kanıtlara dayanmalıdır. Öznel değil, nesnel bir bakış açısı gerektirir.
2. Gerçeği yansıtmayan söylenti ve kişisel ya da duygusal yargılara yer verilmemelidir.
3. Yaşamöyküsü yazarı, çalışmasında bilimsel yöntem dışına çıkmamaya dikkat edilir. Kişi çevresiyle birlikte tanıtılır.
4. Bilim, politika, sanat gibi alanlarda tanınmış kişiler konu edilir.
5. Yazarın anlatıcı konumunda olduğu üçüncü kişili anlatımla yazılır. Bu bakımdan biyografideki anlatım dolaylıdır.
6. Anlatımda, öyküleme ve açıklama tekniklerinden yararlanılır.
7. Okuyucunun, söz konusu kişiyle ilgili bilgilendirilmesi amaçlanır.
8. Biyografi yazarı, hem bir tarihçi hem bir sanatçı gibi konuyu ele alır, kronolojik bir sıra içinde işler.



4. ÖZYAŞAMÖYKÜSÜ (=OTOBİYOGRAFİ)

Bir kimsenin, kendi yaşamını, yaşamöyküsünü anlattığı yapıt ya da yazı türüne özyaşamöyküsü (=otobiyografi) denir.
Özyaşamöyküsü özelliği taşıyan, özyaşamöyküsüyle ilgili olan şeye de özyaşamöyküsel (=otobiyografik) adı verilir.
Özyaşamöyküleri, düzyazı biçiminde yazılabildiği gibi şiir türünde de yazılabilir.
Otobiyografi, kişinin iç dünyasına yöneliktir.
Kişi anlatılanları kendisiyle sınırlar.
Anlatım, dolaylı değil doğrudan anlatımdır.
Otobiyografiler, belgeler değil bellek ağır bastığından nesnellik değil öznellik özelliği taşır. Kişi hiçbir şey kanıtlamak zorunda değildir. Diğer bir deyişle, önemli olan kişinin çevresi değil kendisi olan “ben” dir.



5. ANI (=HATIRA)

Bir kimsenin başından geçen ya da yaşadığı günlerde duyduğu, tanık olduğu olay ve olguları anlattığı yazınsal türe anı ya da hatıra denir.
Moğol İmparatoru Babür Şah’ın (1488-1530) Vekayi (Babürname) adlı yapıtı, edebiyatımızda anı türünün ilk ör-neğidir.
Anı iki yoldan yazılır. Ya günü gününe yazılmış notlara, günlüklere, anı defterlerine bakılarak ya da anımsanabilen anılara dayanılarak yazılır.
Anılar, gerçekleri yansıttığı ölçüde, geçmişte kalan kimi önemli ama o güne kadar bilinmeyen olayların, olgu-ların bilinmesiyle tarih bilimi için önemli bir belge niteliği taşıyabilir.
Tarihi bir belge niteliği taşıyabilmesi için, anı yazarken uydurma, yalan ve abartıdan uzak durulmalı, yalnızca gerçekler yazılmalıdır.
İnsanoğlu yanılsa da, tarih bilimi yanılmaz. Ünlülerin kulaklarına küpe, bu konuyla ilgili bir de söz vardır: Hiçbir güç, gerçeği gizleyemez. Ayrıca gerçekleri çarpıtanlar, nasıl çıkabiliyorlar ki, anlaşılmaz, utançsız insanların karşısına...
Doğru düzgün anımsanmayan şeyler yazılmamalıdır.
Anı, geçmiş zamanı anlattığı için doğru düzgün yazılırsa tarihe yardımcı olur.
Anı yazısı, bir dönemle ilgili bilgi vermek amacı taşır. Bu nedenle, anı türünde nesnellik esastır. Gerçeklere bağlı kalınır, değiştirilmeden anlatılırsa ancak o zaman değer kazanır, aksi durumda anı, hiçbir değer taşımaz.
Yazar, anlattıklarını kanıtlamak zorunda değildir. Ancak, yazar anılarını içtenlikle ve doğruluktan şaşmadan anlatmalıdır.
Anı yazarı, anlattığı anılarıyla ilgili gazete, dergi, fotoğraf, mektup vb. tüm kaynaklara başvurabilir.
Anı ile otobiyografi karıştırılmamalıdır. Otobiyografi yazarı salt kendi anılarını dilediğince yazar, anı yazarı ise yaşadığı dönemi ve çevresindeki kişileri de anlatır.



6. GEZİ (=SEYAHAT)

Gezilip görülen kentlerin, ülkelerin, yerlerin ilginç yönlerini özenli bir biçimde anlatan düzyazıya gezi denir
Bir anlatım türü olan gezi yazıları, yazarının gözlemlerinin, anlatımının doğruluğu ölçüsünde toplumbilim, coğrafya, hukuk, tarih, arkeoloji vb. bilimlere kaynaklık edebilir.
Gezi türünde yazılmış ilk ve en ünlü eserimiz, Evliya Çelebi’nin (1611-1682) Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ dir.
Gezi türünde bir yapıtı diğer anlatım türlerinden ayırıcı özellikler şunlardır:
1. Gezilip görülen yerlerin özellikleri gerçeğine uygun olarak anlatılmalıdır.
2. İnsanların ekonomik ve toplumsal yaşayış biçimleri, dilleri, inançları, kültürel özellikleri tanıtılmalıdır.
3. Tarihsel, sanatsal yapıları, coğrafi özellikleri vb. betimlenmelidir.
4. Anlatılanlar, fotoğraf, harita, çizim vb. görsellerle desteklenir. Her çeşit anlatımdan yararlanılır.
5. Gezi yazıları, mektup ya da günlük türünde de olabilir.
6. Anı, görüşme, yaşamöyküsü, bilimsel inceleme (=araştırma), eleştiri, özyaşamöyküsü, vb. anlatım türlerinde olduğu gibi, gezi türü bir anlatımda da, tarihsel, eytişimsel bilim yönteminden şaşmamak gerekir.



7. GÜNCE (=GÜNLÜK)

Günü gününe tutulan anıları içeren yapıt türüne günce (=günlük) denir.
Edebiyatımızda, Batı tazında ilk günlük, Direktör Ali Bey’in 1897 yılında yazdığı “Seyahat Jurnali” adlı yapıttır.
Günce, günü gününe yaşanılan olayların tarih atılarak yazılmasıdır. Günlük, kişinin bir çeşit kendi kendine içini dökmesidir. Günlüklerde her çeşit anlatım biçiminden, “iç konuşma” tekniğinden, doğrudan anlatımdan yararlanılır.
Günlükte, kişi içini dökerken duygu ve düşüncelerini ya hiç saklamadan ya da sınırlayarak yansıtır. Bu bakımdan, kimi günlükler dışa, kimi günlükler de içe dönük özelliktedir.
Günlük yazarı, olumlu ya da olumsuz etkilendiği olayları yazıya aktarırken kendi duygularının etkisinde olduğundan herhangi bir nesnellik kaygısı taşımayabilir.
Her olay, olgu günlüklere konu olabilir. Kimi roman, öykü ve anı yazılarında günlükler kaynak olarak değerlendirilebilir.
Günce, anı ile karıştırılmamalıdır. Günce, adından belli olduğu gibi günü gününe yazılan bir anlatım türüdür. Anıda yer alan olayların ise üstünden uzun yıllar geçmiş olabilir.



8. SÖYLEV (=NUTUK)

Dinleyenlere, belli bir düşünceyi anlatmak, bir duyguyu aşılamak, kitleleri yönlendirip harekete geçirmek amacıyla yapılan coşkulu, etkili konuşmaya söylev (=nutuk) denir.
8. yüzyılda ortaya konulan Orhun Yazıtları, edebiyatımızda ilk söylev (=nutuk) eseri sayılır.
Bir topluluk karşısında konuşan, söylev veren kimse ya da konuşmacıya söylevci (=hatip) denir.
Söylevcinin, açık, anlaşılır, inandırıcı, coşkulu bir biçimde önceden hazırlanmış iyi bir söylev metninin olması ve etkileyici konuşması gerekir.



9. MEKTUP

Mektup, haberleşmek ereğiyle zarfa konulmuş ve genellikle posta aracılığıyla birine gönderilen yazılı kağıttır.
Özel mektup ve iş mektubu olmak üzere iki çeşit mektup vardır. Özel mektup, tanıdık birine yazılan mektuptur. İş mektubu ise, adından da anlaşıldığı gibi bir iş amacıyla kişi ya da kurumlara yazılan mektuptur.
Özel mektup ve iş mektubundan başka bir de; “edebi mektup” olarak adlandırılan, sanatçı ya da edebi kişiliği olanlar arasında yazılan, yazınsal, sanatsal değer taşıyan mektup vardır.






Bir başkasının da senin kadar
iyi söyleyebileceğini, söyleme;
senin kadar iyi yazabileceğini, yazma.
André GİDE




YAZINSAL (=EDEBİ)
ANLATIM TÜRLERİ

İnsanlarda estetik duygular uyandıracak biçimde, dil aracılığıyla, söz ve yazıyla olay, düşünce, duygu ve imgeleri düzenleyen sanata yazın (=edebiyat) denir.
Yazın değeri taşıyan, yazınla ilgili yazı türleri ise edebi (=yazınsal) anlatım türleri olarak sınıflandırılır.


Yazınsal anlatım türleri şunlardır:
1. Deneme
2. Masal
3. Fabl
4. Destan
5. Öykü
6. Roman
7. Tiyatro
8. Şiir



1. DENEME

Deneme, fıkraya benzer. Herhangi bir konuda, kesin sonuca varma çabası gütmeksizin, yazarın kendi kişisel düşüncelerini, görüşlerini genellikle bir söyleşme havası içinde işlediği bir düzyazı türüdür.
Bilim, sanat, aşk, yaşam, ölüm vb. insanı ilgilendiren her şey deneme konusu olabilir.
Deneme yazarı, öne sürdüğü bir görüşü, düşünceyi kesin bir sonuca bağlamaz, sanki karşısında biri varmış da onunla konuşuyormuş, dertleşiyormuş gibi yazar.
Denemenin inandırıcılığı, yazarın ileri sürdüğü kanıtlardan, belgelerden kaynaklanmaz, anlatımdaki senli benlilikten ve içtenlikten kaynaklanır.
Deneme türünün ilk örnekleri, Yunan ve Latin edebiyatlarında görülmektedir. Batı edebiyatında bu türün öncüsü Fransız Montaigne, İngiliz edebiyatında Bacon kabul edilir.
Türk edebiyatında ise deneme türünde yapıtlara ilk kez Servet-i Fünun döneminde rastlanır. Ahmet Haşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sabahattin Eyüpoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurullah Ataç, Mehmet Kaplan, Suat Kemal Yetkin, Melih Cevdet Anday, Salah Birsel... Cumhuriyet döneminde daha çok ilgi gösterilen deneme türünün tanınmış yazarlarıdır.

Denemede genellikle şunlara dikkat edilir:

1. İleri sürülen düşünceler, görüşler, okuyucuyu konu üzerinde düşündürücü niteliktedir.
2. Ortaya atılan düşüncelerin kanıtlanması zorunluluğu yoktur.
3. Anlatımın sade ve açık olmasına dikkat edilir.



2. MASAL

Masal, halkın ortak yaratısı olarak kuşaktan kuşağa aktarılan, olağanüstü olaylara yer veren, cin, peri, dev vb. olağanüstü kişileri de olan, genellikle “Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde...” ya da “Bir varmış, bir yokmuş...” gibi bir tekerlemeyle başlayan anlatım türüdür.
Masalda, tekerleme ya da döşeme adı verilen giriş bölümünden sonra olay ve dilek bölümleri gelir. Türk masallarında, dilek bölümünde genellikle “Gökten üç elma düşmüş...” ya da “Onlar ermiş muradına...” gibi ifadelerle başlayan sözler yer alır.
Masallarda yer alan, gerçek dışı, olağanüstü dünyaya, masal alemi denir. Masal aleminde yaşamak ise gerçekleşmesi kolay olmayan, ancak masallarda olabilecek şeyler düşünmek, düşlere dalmak olarak adlandırılır.
Masallarda yer ve zaman kavramı belirsiz olmakla birlikte anlatımda genellikle geniş zaman ya da –miş ‘li geçmiş zaman kipi kullanılır.
Masallarda, genellikle doğruluk, haksızlık, iyilik, kötülük, zulüm ve sevgi vb. zıt olguların temsilcileri arasındaki mücadelelerinden, ulaşılması güç düşlerden söz edilir.
Masal anlatan ya da yazan kimseye masalcı denir.
Masal, bir tür eğitici, öğretici özellik taşır. Doğal masallar yanı sıra, kişiler tarafından kurgulanmış masallar da vardır.
Masal türünün Hindistan’da ortaya çıktığı sanılmaktadır. Türkiye’de, Eflatun Cem Güney ve Pertev Naili Boratav masal üzerine çalışmalarıyla tanınmışlardır.



3. FABL

Öykünce (=fabl), kişileri çoğunlukla hayvanlardan seçilen, sonunda bir yaşam dersi ortaya koyan, genellikle koşuk biçiminde yazılmış anlatımdır.
Fabl, bir tür masal sayılır. Bu anlatım türü, sonunda bir ahlak dersi vermesi yönüyle, masallardan ayrılır ve çocuk eğitiminde sıkça kullanılır. Öyküncelerde de serim, düğüm, çözüm bölümleri bulunur.
Öyküncelerde (=fabllarda), kişileştirme, konuşturma sanatıyla hayvan, bitki, eşya vb. varlıklara insan özellikleri kazandırılır.
Fabl türünde anlatımda, bitkilerden, hayvanlardan seçilen karakterler olmasına karşın aslında anlatılan insanlardır.

İnsan dışındaki varlıkların kimi konularda konuşturularak, insanlara ahlak dersi vermek amacıyla yazılan öykünceler, öğretici (=didaktik) öykülerdir.
Hintli filozof Beydeba’ nın, Türkçeye, “Kelile ve Dimne” adıyla çevrilen “Pança Tantra” adlı yapıtı, Fransız La Fontaine’ nin Fablları, Yunan Aisopos’ un Fablları dünyaca tanınmış öyküncelerdir.
18. yy. da Şeyhi’nin, eşek ve öküzleri simge olarak kullandığı “Harname adlı mesnevisi; Şinasi’nin, “Eşek İle Tilki”, “Arı İle Sivrisinek”; Tevfik Fikret’in, Şermin adlı şiir kitabında topladığı kimi fablları, Türk edebiyatında fabl türü-nün ilk örnekleri olarak bilinmektedir.




4. DESTAN (=EPOPE)


TÜRK MİTOLOJİSİ
Mitolojisiz bir halk, mitsiz bir ülke olmaz. Sözel ve sanatsal, halk kültürü her zaman kendi içinde mitolojinin en derin izlerini taşır. Arkaik mitolojik efsanelerden başlayarak büyülü öyküler, tören folkloru ve bilmecelere kadar tüm halk kültürü türlerinin kaynağı mitolojidir.
Mitoloji, milli kültür ve etnik-kültürel değerlerin doğru anlaşılması bakımından ilk kaynaktır. Bir semboller bilimi olup mistik anlamlar içeren mitoloji, milli-geleneksel kültürün kaynağı ve tarihsel olarak en eski şeklidir. Onun sembolleri sözleridir. İlk felsefi sistemler bile kaynağını mitolojiden alırlar. İlk inanış sistemleri çağında yaratılmış sözler yaşadıkça, mitolojinin kuralları çerçevesinde yaşanır, düşünülür ve davranılır. Geleneksel düşünce ve davranış şekillerinin temelini de bu kurallar oluşturur. Mitoloji bütün semavi dinlerin de kutsal bilinen yazısının kaynağını oluşturmuştur. Mitte, insan uygarlığının ilk bilgileri ve ilk dini inanışları yansımasını bulur. Mitte kavrayış anlayışı, geleneksel anlamıyla anlaşılan bilgi kazanmak değil, bir dünya görüşüdür. Böylece mit ko-nularında, insanın kendi kendini kavrayışının çeşitli şekilleri kendi ifadesini bulur.
18. yüzyıl dilinde gerçekliğin dışına çıkan her şeye mit adı verilirdi. Mit konusunda farklı görüşler mevcuttur. Bu görüşlerden biri de mitin, bilinçaltından gelen bir uydurma düşünce, motif, söz veya rivayet olduğudur. Gerçekten de mitte, sık sık formel mantığın yasaları çiğnenir.
Belli bir bilgiyi aynı zamanda birkaç dille ifade edebilmek gibi bir özelliği olan mitoloji, arkaik (eski çağa ait) halk kültürünün de temelini oluşturur. Mitolojik düşünce, yazılı uygarlıkla birlikte ve onun içerisinde kendisine ayrı bir ortam yaratarak yaşamaya devam etmektedir. Mitoloji, sadece tarihin derinlikleri ve uzak geçmişlerle bağlı eski milli manevi değerler sistemi olarak kalmıyor. O, halk kültürüyle derin ve sistemli bir bağ içerisinde olup, herhangi bir etnik kültürün aktif kaynağı gibi, sistemin temeline dayanarak onun yapısını belirliyor. Aynı etnik kültürel geleneğin, taşıyıcı olan insanların düşünce ve davranış modellerini düzene sokan da odur.

Halk kültürü her zaman kendi içinde mitolojinin en derin izlerini taşır. Arkaik mitolojik efsanelerden başlayarak sihirli hikayeler, tören folkloru ve bilmecelere kadar, tüm halk kültürü türlerinin kaynağı mitolojidir. Halk kültürünün hem içerik hem de yapısal-anlamsal olarak bağladığı mitoloji, doğrudan milli karakterlerle bağlı bir olay olup, tamamıyla tarihi-milli karakterin oluştuğu belli bir dünya modelinin oluşma, yaşama ve işleme mekanizmasını aktarır. Milli karakterin içeriğini ifade etmekle kalmayıp, onu biçimlendiren de yine milli mitoloji ve onun temeline dayanan dünya modelidir. Bugün bile belli bir topluluğun temsilcileri ve etnik-kültürel birliklerinin düşünce ve davranış biçimlerinin temelinde mitolojiden gelen formlar ve mitolojik dünya modelinin kalıpları yatar. Bunun en çarpıcı örneği, Yahudilerin ‘dünyanın efendisi’ olma ülküsüdür. Bu anlamda etnik kültürel geleneğin mitolojide belirginleşen, kodlanan ve programlanan başlıca çizgileri, halk var olduğu sürece güçlü kalır. Gerçek etnik-kültürel birlikler de bu çizgilerle diğerlerinden ayrılırlar.
“Genel Türk’’ mitoloji modeli, bugün hem bir bütün hem de unsurlar şeklinde ciddi bir değişikliğe uğramadan, çağımızdaki farklı Türk halkları arasında yaşamaya devam etmektedir. Bu halkların kültürel gelenekleri, bu anlamda ulu Göktürk çağına ait mitolojik dünya modelinin versiyonları olarak kabul edilmektedir. Türk mitolojisinin temelinde Tanrıcılık bulunur. Tanrıcılık, eski Türk dini sistemi olarak bilinir. Türk mitolojisi zemininde oluşup, Türk mitolojik düşüncesinin temelini oluşturan ve daha derin kökleriyle kozmogonik mitlerde yansıyan bu inanç sisteminin başlıca özelliği kainatın bir bütün olarak kavranılmasıdır. İlk Türk inanç ve düşüncesine göre gökyüzü, yer ve insanlık tek bir vücut gibi olup uyum içindedirler. Tek Tanrı’ya inanılan eski Türk inanç ve düşüncesinde birlik vardı. Bu birlik, gökyüzü, yer ve insan üçlüsünü birleştirerek eski Türklerin kainat hakkındaki görüşlerinin temeline yerleşti. Eski Türklere göre yerle gök bölünmez bir bütünü oluştururdu. Her ikisi de kutsaldı ve her ikisi de birbirine bağlıydı. Yemin edildiğinde yere de gökyüzüne de birlikte yemin edilirdi.
Eski çağlardan beri mevcut olan bu din geleneği, tek tanrılı inanç sistemi olarak bilinmektedir. Türk dini-mitolojik düşüncesinin içinde olup onun yapısını belirleyen Tanrıcılık “yazılıp, dizilip, gökten gelen Tanrı bilimi” yasalardan oluşmuş gökten inme bir kitabı veya peygamberi olmayan bir dindir. Yani insanla Tanrı arasında hiçbir aracı veya ruhani bir konumun olmamasıdır. Bu bakımdan “Tanrıyla kul arasına girilmez.’’ şeklinde ifade edilen ünlü Türk atasözü iyi bir örnektir.
Eski Türklerin Tanrı anlayışı, Tanrılarını kalpleriyle değil, gözleriyle kavrayan veya dini inanışlarının temelini korku ve tehdit üzerine kuran Asur, Babil, Yunan, Roma vb. halkların Tanrı anlayışından farklı olarak kendi ölçütleri vardır. Göktürk yazılarında Tanrı ezeli ve ebedi olup, her şeyin yaratıcısı olan bir güçtür ve cismani olarak gök denilir. Türklerde göğün ruhu sayılan, yeri ve göğü yaratan ulu bir güç olarak bilinen Gök Tanrı’nın adına hiçbir tapınak yapılmamıştır. Çünkü tüm yerlerin ve göklerin aslında Tanrı’nın olduğuna inanılmıştır.
Türk Tanrıcılığı ‘’tektanrı’’(Gök Tanrı) inanışı etrafında şekillenmiş ve kendine özgü bir tektanrılı dindir. Bunun için de eski Türk dini, ‘’Gök Tanrı’’ dini olarak adlandırılır. Elbette, hiçbir dini sistem, tek bir tanrıya inanıştan ibaret olamaz. Türk dini-mitolojik dünya görüşünde de en ulu varlıktan başka, daha alt seviyelerde bilinen ancak O’nun varlık veya gücüne hiçbir şekilde gölge düşürmeyen diğer kutsal varlıklar, iyeler, ruhlar vb. her zaman var olmuşlar. Ancak bunun putperestlikle veya çok tanrıcılıkla hiçbir ilgisi yoktur. Şamanizm ise Türk dini düşünce sistemine yabancı bir olay değildir. Ancak Türk dini düşüncesi çok ölçekli bir sistem gibidir ve Şamanizm de bu ölçeklerden biridir.
Eski Türk dinine göre, yaratılmış olan her şeyin yaratıcısı ve koruyucusu olan ulu varlık Gök Tanrı ile kul arasında insanoğlu aracı olamazdı. Kurt, ağaç, ışık ve dağ gibi varlıklar ise olsa olsa, O’nun ile insanoğlu arasında sadece köprü olabilecek sembolik görüntülerden ibarettir. Alemdeki her şey ona bağlıdır ve onun ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak bu bir panteizm de değildir. Görünen alemin suları, dağları ve ağaçları kendi sembolik özellikleri ve Tanrı’nın işlevlerinin ifadecisidirler. Örneğin; mitolojik düşünce için de, su bir canlı gibidir. Su ölüm, doğum, üreme ve hatta bu anlamsal grupta yer alan ölümsüzlük kavramını da kendinde birleştirir. O olmadan yaşam olmaz. Ebedi başlangıç olan kaos ve onun eş değeri yaratılış sürecinde rol oynayan tek yapıcı, yaratıcı, dirilik veren, ebedi yaşatan ve yaratılışın başlıca unsuru aynı zamanda ölüm getiren su, hayatı yaratan güçtür. Dünya’nın yenilenmesi de yine onun gücü ile olur. Bunun için Türklerde suyu kirletmek hoş görülmezdi.


VARGI

Türk mitolojisi çok zengindir, çeşitlidir ve kaynakları çok eskilere dayanır. En azından 10.000 yıllık bir geçmişten kaynaklanır. Mezolitik dönemdeki anaerkinin ve klanlar düzeninin geliştiği tarihsel süreçten başlayarak günümüze kadar ilk temelini koruyarak farklı görünüşlerde varlığını sürdüren Türk mitolojisi Türk toplum düzeni ile Türk ahlak ve adetlerinin bir aynası gibidir. Türk mitolojisi diğer dünya mitolojilerinde olduğu gibi ölü fikir ve anlayışlardan meydana gelmemiştir. Türk mitolojisinin bazı kahramanları yaşamış tarihi kişiliklerdir. Toplumu düzenleyen ve yönlendiren canlı düşüncelerin bir toplamıdır. Artık şu bir gerçektir ki, dünya mitolojisinin pek çok konusu 10.000 yıllık Türk inanç siste-minin ve Türk insanının mitolojik izlerini taşımaktadır.
Etnik-kültürel birliği içerden bağlayan mitolojik yapılar, mitolojik metinlerin ölümüyle kaybolup gitmiyorlar. Sonraki dönemlerin arkaik mitolojik metinlerinden kurtulmuş kültürlerinde ve sanatsal edebiyatın örneklerinde mitolojik adlar motifler ve konular olarak serpilip farklı görünüşlerde, onun alt yapıları gibi yaşamaya devam ediyorlar. Einstein’in görecelik kuramından bildiğimiz, zaman-mekan ilişkisinde, mitolojideki dünya modelinde bu yönüyle belli bir benzerlik vardır. Elbette ki sonraki dönemlerde bu yapıların üzerine yeni benimsenmiş yapılar oluşur. Bu yapıların gözden geçirilmesi, eski mitolojik metinler hakkında belirli fikirler edinmeye yardımcı olur. Çünkü onlar ilk örneklerdir. Ezeli formül veya tarihi değişimlerden uzakta kalan temel fikirlerdir.
Arkaik mitolojik formüller bir kenara bırakılırsa bu eski yapılar, halk kültürü geleneği ve halk inanışları alanında varlığını sürdürür. Mitolojik motifler ve arketipik konular, halk kültüründe farklı sembol, mecaz ve unvan olarak korunabilirler. Kolektif düşünceler, kültürel-tarihsel koşulların etkisiyle değişikliğe uğrayabilir, ancak kültürel geleneğin bir parçası olan mitolojik yapılar belli ölçülerde yaşamlarını sürdürürler.
Türk mitolojisinden alınan ilhamla, ister resim, heykel, müzik, isterse yazın ve film formlarında ortaya konulacak sanat eserleri; küreselleşmeyi bir kader gibi dayatan günümüzün sosyo-kültürel ve siyasal konjonktüründe, tarihsel öz değerlerimizden kopmadan, dünya halklarıyla birlikte barış içinde toplumsal ilerleme sürecinde küçümsenemeyecek bir yer edinecektir.
Mehmet ALTIPARMAK - Erdoğan BAKAR

Bizi bu çalışmamızda aydınlatan, başta “Türk Mifoloji Sözlüyü’’ yazarı Celal BEYDİLİ (Memmedov), yazarın kitabını “Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük” adıyla dilimize çeviren Eren ERCAN’a ve Prof. Dr. Bahaeddin ÖGEL, Prof. Dr. Özkul ÇOBANOĞLU, Hayrettin İVGİN ve Yurt Kitap-Yayın’a sonsuz teşekkürlerimizle.

A77 Sanat Kolektifi’nin, 2009 yılında Antakya’da yaptığı bir modern sanat etkinliğinde, bu bildirinin dağıtımında emeği geçen değerli sanatçı arkadaşlara teşekkür ederim.

“Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük” adlı yapıttan yararlanarak kaleme aldığım ‘Bildiri’nin diğer yüzünde, Mehmet Altıparmak tarafından çizimi gerçekleştirilen -“Ulu Ana, Korkut Ata, Hayat Ağacı, Gökyüzü, Kartal, Demirci, Işık, Aan Arkıl Oyun, At, Kurt, Dağ, Su, Ayna, Anka, Ejderha”- 15 adet ‘mitolojik figür’ bu kitapta yer almadığı için özür dilerim.

Türkçede, söylence ya da mitos da denilen miti (=efsaneyi) destanla karıştırmamak gerekir.
Mit ya da efsane, kuşaktan kuşağa yayılan, toplumun düş gücü etkisiyle zamanla biçim değiştiren tanrılar, tanrıçalar, evrenin doğuşu ve benzeriyle ilgili imgesel, alegorik bir anlatımı olan halk öyküsüdür ancak bir anlatım türü değildir.
Yunanca, ölçülü söz anlamındaki epos ve gerçeği dile getiren söz anlamındaki logos’a karşı, uydurulmuş söz anlamındaki mythos deyiminden türetilmiş mit ya da mitos olağanüstü kahramanlıkları ve doğaüstü güçleri anlatan hayal ürünü sözdür. Bilgi öncesi ve dışıdır, pratikle denetlenemez, inanç alanının kapsamı içindedir. Bilgisiz insanlığın dünyayı açıklama gereksinmesinden doğmuştur. (O.Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü)
Türkçede, mitleri konu alan, doğuşlarını araştıran, anlamlarını inceleyen, yorumlayan bilime mitoloji ya da eşanlamıyla söylencebilim adı verilir.
Ruhbiliminde, kişinin ruhsal nedenlerle, gerçekleri çarpıtmayı, değiştirmeyi hastalık durumuna getirmesi ya da imgelemde yaşanan serüvenleri gerçekmişçesine anlatma tutkusuna mitomani denir.
Çok eski dönemlerde ortaya konulan ilk sanat ürünlerinden biri de destandır. Destan, tarihöncesinin (yazının bulunuşundan öncesinin) tanrıları, tanrıçaları, yarı tanrıları ve kahramanlarıyla ilgili olağanüstü olayları öyküleyici bir yön-temle ve koşuk olarak anlatan en eski yazınsal türden biridir.
Destanlarda, daha çok kahramanlık, yiğitlik, dostluk, aşk, yurt sevgisi, ölüm vb. konuları işlenir.
Destanda, gerçek ile gerçek dışı olaylar ve varlıklar iç içedir. Destan kahramanları, beden yapısı ve karakter özellikleri yönünden hem doğal hem olağanüstüdür. Bu bakımdan destanlar, roman ve masal özellikleri taşır.
İnsanlarda derin izler bırakan tarihsel ya da toplumsal olayların çeşitli ozanlar tarafından bir çalgı eşliğinde söylenen biçimine doğal destan denir.
Doğal destanlar, anonimdir. Doğal destan, yazılı olmadığı için anlatıcı tarafından istenildiği biçimde ya da şiirsel bir dille anlatılır. Nazım biçimi, destanı yaratan halkın edebiyat geleneğine göre şekillenir.
Pek çoğu manzum biçiminde olmakla birlikte, nazır-nesir karışık biçimde düzenlenmiş doğal destanlar da vardır.
Destanlarda, kimi zaman ise doğaüstü olaylar, karakterler olağanüstü özellikleriyle abartılı bir biçimde anlatılır.
Yapma destan, yeni ve yakın çağlarda, tarihsel bir olayın, bir ozan tarafından destan türünün anlatım özelliklerine uygun biçimde, sanatsal amaçlı yazılmasıdır.
Yapma destanlar, yapısı, kurgusu ve öğeleri yönünden doğal destanlara benzemekle birlikte öznel anlatım biçimine ve yaratmaya bağlı yapıtlardır.
Yapma destanlar, anonim değil, belli bir sanatçı ya da ozan tarafından ortaya konulmuş sanat ürünüdür.
Çağdaş Türk yazınında, içerik ve biçim yönünden geleneksel destanlardan ayrılıkları bulunan, genellikle uzunlu kısalı birçok şiirden oluşan ve ulusal konuları işleyen, öyküleyici özellik taşıyan yapıtlara da destan denir.
Ayrıca halk yazınında, biçim yönünden koşmaya benzemekle birlikte dörtlük sayısı konuya göre değişen, toplumu ilgilendiren her türlü konuyu öyküleyici bir yöntemle işleyen koşuklar da destan olarak adlandırılır.
Destan, olağanüstü ve şaşırtıcı kahramanlık, yiğitlik olayları dizisidir. Örneğin, Nazım Hikmet Ran tarafından yazılmış olan Kurtuluş Savaşı Destanı; Kırgızlara ait Manas Destanı gibi destanlar tarihe, tarihsel olaylara dayanır.
Dünya edebiyatının en ünlü doğal destanları şunlardır:
Türk edebiyatında, Oğuz (Mete) Kağan adlı destanda: Hun hükümdarı Oğuz Kağan’ın Orta Asya’da Türk birliğini nasıl kurduğu anlatılır.
Yunan edebiyatında, Homeros tarafından yazılmış olan, İlyada ve Odysseia: Troia (Troya) Savaşını, Yunanlıların bu savaşa gidiş ve dönüşlerini anlatır.
İran edebiyatında, Firdevsi’ nin, Şehname adlı destanı: Ulusal kahramanı Rüstem’in yiğitliklerini ve Büyük İskender’ in İran’ı işgalini anlatır.
Bunlardan başka, Fin edebiyatında, Kalevela; Rus edebiyatında, İgor; Hint edebiyatında, Mahabharata, Ramayana; Alman edebiyatında, Nibelungen; İngiliz edebiyatında, Beowulf; İspanyol edebiyatında, La Cid; Fransız edebiyatında, Chansen de Röland vb. destanlar doğal destanlardır.


Anımsatma:
Destanların tümü epik şiir sayılır. Bkz. Şiir Türleri, Epik Şiir



5. ÖYKÜ (=HİKAYE)

Öykü, roman, masal, oyun gibi türlerdeki gerçek ya da tasarlanmış, düşsel olayların anlatımına öyküleme denir.
Öykü, gerçek ya da tasarlanmış olayların etkileyici bir biçimde kurgulanarak anlatıldığı bir anlatım türüdür. Olayları, duygu ve düşünceleri öykü durumuna getirerek geniş bir biçimde anlatmak ya da yazmak öyküleştirmektir.
Öykü anlatma ya da yazma sanatına öykücülük (=öykü yazarlığı) denir.
Edebiyatımızda ilk öykü örneklerini Ahmet Mithat Efendi 1870-1895 yılları arasında 25 cilt olarak basılan Letaif-i Rivayat (Söylenegelen Güzel Öyküler) adlı yapıtıyla vermiştir.
Öyküde anlatılan olay ve kişiler gerçek olabildiği gibi yazarın öznel dünyasında yarattığı tamamen kurmaca (hayali) ve gerçek dışı özellikler taşıyabilir. Gerçekle hiçbir ilgisi olmayan öyküler; “bilimkurgu”, “hayal ürünü”, “fantastik” öyküler olarak adlandırılır.
Belli bir olayın ağırlık kazandığı öyküye olay öyküsü; yaşamdan sadece bir kesitin, bir durumun anlatıldığı öyküye ise, durum öyküsü denir.
Durum öykülerinde, olay öykülerinde olduğu gibi hareketlilik, serüven yoktur, yaşamın bir anından, bir durumdan bir kesit, bir an vardır.
Olay öykülerinde, bir macera, bir hareketlilik vardır. Olayın başlangıcı, olaya göre gelişen ve okuyucuyu öykünün içine çeken olumlu ya da olumsuz bir canlılık ve buna göre biçimlenen bir son vardır. Olay öyküsünün tüm giriş-gelişme-sonuç örgüsü, öyküdeki karakterlere yer ve zaman unsuruna bağlı olarak kurgulanır.
Durum öyküsünün dünya edebiyatındaki öncüsü, Rus yazar Anton Çehov olduğundan bu türden öykülere, “Çehov tarzı öykü denilmektedir. Olay öyküsünün öncüsü ise Fransız yazar Maupassant’tır. Olay öykülerine “Maupassant tarzı öykü” adı verilmiştir.


6. ROMAN

Roman, genellikle insanların başından geçenleri, insan ilişkilerini ve durumlarını, toplumsal olay ve olguları gerçeğe uygun bir biçimde ya da kurmaca bir yapı içinde ve geniş oylumlu olarak anlatan yazınsal bir türdür; bu türde yazılmış yapıtlara, bu tür yapıtları kapsayan yazınsal gelenek ve sanata da roman denir.
Edebiyatımızda ilk roman çevirisi (1859) yılında Yusuf Kamil Paşa’nın Fransız yazar Fenelon’dan yaptığı “Telemak” adlı romandır.
Bilinen ilk yerli roman denemesi, 1872’de yazılan, Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat ve ilk edebi roman örneği, Namık Kemal’in (1876) İntibah ya da Sergüzeşt-i Ali Bey adlı yapıtıdır. İlk kadın romancımız, Muhadarat (1892) adlı en önemli yapıtı ile Fatma Aliye Hanım’dır.
Batı tarzı romanın Türkiye’de öncüsü olarak, Mai ve Siyah (1897), Aşk-ı Memnu (1900) adlı romanlarıyla Halit Ziya Uşaklıgil sayılır.

Öyküde olduğu gibi romanda da temel unsurlar olarak bilinen kişi, yer ve zaman romanlarda, öykülere göre daha ayrıntılı olarak işlenir. Romanda, ana unsurlar, karakterlerin fiziksel özellikleri, iç dünyaları tüm ayrıntılarıyla betimlenir.
Günümüzde, edebiyat tarihçileri ve eleştirmenler roman türünü çeşitli ölçütlere göre gruplandırırlar.
Akımlara göre romanlar: Klasik roman, romantik roman, realist roman, naturalist roman...
Konu ve temalarına göre romanlar: Toplumsal roman, tarihsel roman, psikolojik roman, macera (=serüven) romanı ve benzeridir.
Edebiyatımızda ilk tarihsel konulu roman Namık Kemal’in Cezmi(1880); Batı tarzında ilk realist roman örneği, Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası (1896); ilk psi-kolojik roman, Mehmet Rauf’un Eylül (1901); ilk tezli roman Nabızade Nazım’ın Zehra adlı yapıtlardır.
Türk edebiyatına roman, Tanzimat döneminde girmiş. Türk romanı teknik açıdan, edebiyatımızda Servet-i Fünun döneminde güçlenmiş, Cumhuriyet döneminde iyice gelişmiş, günümüzde dünyaca ünlü yazarımız Yaşar Kemal’in, Nobel Edebiyat Ödülü ile onurlandırılan Orhan Pamuk’un ve pek çok değerli yazarımızın yapıtlarıyla doruk noktasına ulaşarak dünya edebiyatında saygın bir yer edinmiştir.



7. TİYATRO

Müjdat Gezen’ in dediği gibi: “Tiyatro, insanı insana insanla anlatan sanattır.”
Sahnede ya da mikrofonda oynanmak üzere yazılmış yapıtların tümüne tiyatro eseri; tiyatro eserlerini seyirciler önünde sahnede oynama eylemi ve sanatına tiyatro denildiği gibi; yazılmış oyunların tümüne ve oyun yazma sanatına da tiyatro denir.
Bir tiyatro yapıtı, serim (=başlangıç ya da giriş), düğüm (=gelişim) ve çözüm (=sonuç) bölümlerinden oluşur.
Her tiyatro yapıtında, bir anadüşünceye, bir duyguya dayanan eyleme dönüşmüş istekler, tutkular, özlemler, düşler yani bir olay ya da olaylar zinciri vardır.
Bir de oyuna yeni boyutlar kazandıran ve oyunda karşı karşıya gelen kişiler vardır. Olaylar ve kişiler, bir tiyatro yapıtının temel öğeleridir.
Tiyatroda temel öğelerle birlikte, dekor, giysi, ışık vb. yardımcı öğeler de bulunur.


Günümüzde, tiyatronun başlıca üç türü vardır:

1. Dram: Yaşamın hem acıklı hem gülünç yanları işlenir.

Trajedi (=tragedya) ya da komedi (=komedya) dışındaki oyunlar, 18. yy.dan beri “dram” olarak adlandırılır.
Dramın geçirdiği başlıca dönemler şunlardır:
* Burjuva Dramı
* Romantik Dram
* Çağdaş (Modern) Dram


2. Trajedi: İnsan yaşamının acıklı yönleri sergilenir.

MÖ. 6. yüzyılda ilk örnekleri Eski Yunan edebiyatında görülen tragedya, klasisizmin etkili olduğu 17. yy.da, özellikle Fransa’da yeniden canlanmış ve 19. yüzyılın ortalarına kadar etkinliğini sürdürmüştür.


3. Komedi: İnsanın ve toplumun gülünç yanları gösterilir.

Tragedya gibi, şarap tanrısı Dionysos adına yapılan törenlerden doğduğu ileri sürülen komedyada, konular toplumdan ve günlük yaşamdan alınır.
Komedi türünde anlatımda, her türlü kaba sözlere ve şakalara yer verilir. Amaç, kişisel ve toplumsal kimi yanların gülünçlüklerini göstererek izleyiciyi doğru düşündürmektir.
Diyalog ve koro bölümleri bulunabilir. Üç birlik kuralına uyulan komedide eser, kesintisiz oynanır ve beş bölümden oluşur.

Komedya türleri şunlardır:

* Karakter Komedyası: Cimri, Tartuffe (Moliere), insanın gülünç yanlarını gösteren bu türün en tanınmış örnekleridir.
* Töre Komedyası: Gelenek ve göreneklerin bozuk yanlarını sergileyen töre komedyasının en tanınmış örnekleri olarak, Eşek Arıları (Aristophanes), Gülünç Kibarlar (Moliere), Şair Evlenmesi (Şinasi), Müfettiş (Gogol) sayılır.
* Entrika komedyası: Olayları insanı şaşırtacak biçimde anlatan entrika entrika komedyasının en tanınmışları ise Moliere ait Scapinin Dolapları ve Shakespeare’nin Yanlışlıklar Komedyası adlı yapıtlarıdır.


Tiyatro biçim olarak da üçe ayrılır. Tiyatronun başlıca biçimleri şunlardır:

* Benzetmeci Tiyatro
* Göstermeci Tiyatro
* Epik Tiyatro


Sahnede gösterilenlerin gerçek yaşamdan farklı olmadığı anlayışıyla ortaya konulan tiyatro, benzetmeci tiyatrodur. Benzetmeci tiyatronun amacı, izleyiciyi sahnede sergilenmekte olanın bir oyun olmadığı, yaşamdan bir kesit olduğu yanılsamasına götürmektir.
Göstermeci tiyatro anlayışı, benzetmeci tiyatrodaki yanılsama anlayışına karşı geliştirilmiştir. Göstermeci tiyatroda, sahne ile izleyici arasında yakın bir diyalog vardır. Sahnede sergilenenlerin yalnızca bir oyun olduğu vurgulanır.
Türk halk tiyatrosundaki ortaoyunu, göstermeci tiyatronun tipik bir örneğidir.
Göstermeci tiyatronun geliştirilmiş biçimi olan epik tiyatro, ilk kez ünlü Alman oyun yazarı Bertold Brecht tarafından ortaya konulmuştur.
Brecht’in “halkçı tiyatro” adını verdiği epik tiyatro, tiyatroyu bir ideolojinin propaganda aracı olarak değerlendirir; izleyiciyi hayatın gerçekleriyle yüzleşmeye çağırır.
Türk tiyatrosunda, Haldun Taner’in “Keşanlı Ali Destanı” adlı oyunu ilk epik tiyatro denemesi olarak bilinir.
Epik tiyatroda, olaylar arasında bir bütünlük yoktur. Anlatıcılar devreye girer, olaylar, durumlar bölümlenerek gösterilir. Epik tiyatronun biçimsel amacı, seyirciyi sahneye iyice yabancılaştırmaktır. Epik tiyatroda seyirci, tam bir göz-lemci durumundadır, kendisini sorgular, olayları nasıl değiştirebileceğini düşünmeye çalışır.



MODERN TÜRK TİYATROSU

Tanzimat döneminde, tiyatro dalında ilk eser olarak bilinen, tek perdelik bir komedi olan Şair Evlenmesi, 1859 yılında Şinasi tarafından yazılmıştır. Aynı dönemde, Teodor Kasap, Ali Bey, Ahmet Vefik Paşa, Moliere’den uyarlamalar yapmışlar, Namık Kemal ve Abdülhak Hamit dram türünde yapıtlar vermişlerdir.
Türk tiyatrosu, Meşrutiyet döneminde de, Batı’nın taklidi olarak kalmış, 1925’lerden sonra özgünlük kazanmıştır.
Cumhuriyet döneminde tiyatro eseri yaratan sanatçılarımız şunlardır: Yakup Kadri, Reşat Nuri, Musahipzade Celal, Aka Gündüz, Faruk Nafız, Necip Fazıl, Tarık Buğra, Refik Erduran, Haldun Taner, Necati Cumalı, Cevat Fehmi Başkurt, Turan Oflazoğlu...



GELENEKSEL TÜRK TİYATROSU

Geleneksel Türk tiyatrosunun en önemli türleri şunlardır:
* Karagöz: Hacivat ile Karagöz arasındaki gülünç diyalogların, Şeyh Küşteri tarafından perdeye yansıtılmasıyla, 17. yüzyıldan beri bilinen Karagöz, bir tür gölge oyunudur.
* Ortaoyunu: Sahne olarak kabul edilen ve çevresinde izleyicilerin yer aldığı bir alanda oynanan orta oyunu, birçok yönleriyle Karagöz’e benzer.
Ortaoyunu halkın ortak yaratısıdır. Karşılıklı konuşmalar biçiminde doğaçlama yoluyla (yazılı bir metin olmaksızın) oynanan ortaoyununda müziğe de yer verilir. Karagöz oyununda olduğu gibi “başlangıç”, “muhavere”, “fasıl”, “bitiş” bölümlerinden oluşan ortaoyununda dekor pek az kullanılır. Ortaoyunun temel kişileri Pişekar ile Kavuklu’ dur. Kavuklu, Karagöz’ün; Pişekar, Hacivat’ın; yerini tutar.
* Meddah: Aslında, tiyatronun çeşitli kişilerini kişiliğinde toplamış olan meddah, taklitler yapan bir halk sanatçısı olarak bilinir. Bir bakıma tek kişilik bir oyun sayılan meddahlıkta anlatılanlar, gerçek halk öyküleridir.
Meddahta konu, sıradan kişilerin başından geçen olaylardır. Anlatım, düz yazı biçimindedir.




Bir gün gelecek, şiir kafayla okunacak.
PAUL ELUARD




ŞİİR ÜZERİNE -1-

Dokunulmazlıkla hücrelerde, karartma gecelerinde değilse
Şairin hem gündüzü hem lambası geceyse eğer
Topraktır şairin kanı, işlenmiş alkolle, endişeyle
Paylaşımsız, gelişimsiz daldan dala devinimsiz atlayan
Kendi ‘ben’inin körelmiş bilinçaltını sayıklayan
Dirençsiz karnındadır ‘şair’in kendisini dayatmayan anlam
Doyumsuz bir iştahla nereden üflenmişse o havaliyi yansıtan
Omzumuza konan bu küçücük sabun köpüğünden küre / balonda
Yüzümüze çarpıp dağılan görüntü / hayatlar
Bir küçücük dokunuşla kayboluveren yansıma / dünyalarla
Sözcüğün, biçimin, içeriğin, anlamın iktidarını kırma hevesi
Uzun ömürlü olmayan yalandan ibaret ‘küreselleşme’ / imaj
Bir bütünlük içindeki bilgiden, kalıcı gerçeklikten kaçış
Ve “saf, belki de boş, anlamsızlıkçılık”, ‘mızmız'lık...
Şiirin şerefine, insanlığın geleceğine saldırmaktadır!

Ocak 1998 / Şiir Üzerine -1-
Erdoğan Bakar



8. ŞİİR

Yazınsal anlatım biçimi özelliği yönünden düzyazı sayılmayan yazın ürünü şiir, edebiyat türlerinin en eskisi olarak bilinir.
Şiir, eskil çağların sanatı, büyüye ve dine en yakın olanı. İnsanın kendini dile getirme araçlarının, müzik ve resimle birlikte ilklerinden biri. Bugüne kadar kalabilmesi bir tansık. Düzyazı ise, dile egemenliğin, dilin gelişiminin, aydınlanma-nın, kısacası uygarlaşmanın şaşmaz bir belirtisi. İnsanın yenilmez sanılan doğa güçleriyle uğraşmaya başlaması, bu çabada kutsal güçlere değil, kendi gücüne güvenmeyi öğrenmesi, var olana boyun eğmek yerine onu değiştirmeye çalışması, ancak doğaya karşı verdiği bu savaşımda kazanımları üzerinde durup bir daha düşünmekle, vardığı sonuçları başkalarıyla tartışmakla, edindiği bilgileri biriktirmek ve gelecek kuşaklara aktarmakla mümkün olmuştur. Bununsa dilden ve yazıdan başka bir aracı yoktur. Masallar ve destanlar eskil çağların sanat ürünleri iken, romanın bir aydınlanma çağı ürünü olması boşuna değildir.
Giderek, bugüne kadar kalabilmesini bir tansık saydığımız şiir de, bu tansığı ancak büyüden, ayinden, şarkıdan kurtularak, koparak, esinden çok akla, düşünceye yaklaşarak başarmıştır. Bu işi yine kendi bildiği yoldan, yani şiir olarak kalmakla yapmıştır, ama bireyselleştiği ölçüde düşünceye yaklaştığı da kesin. Daha 1940’larda Paul Eluard’ın “ Bir gün gelecek, şiir kafayla okunacak” demesi, aslında bu gerçeğin çok geç bir ifadesi bence. Çünkü pagan toplumun, çoktanrılı dinlerin şiir dostu olmalarına karşın, şiirden korkunun, şairin lanetlenmesinin tektanrılı dinlerle başlamış olması bir rastlantı değil, inanma’ya karşı bilme’nin, düşünme’nin savaşımıdır, insanın düşünme, yaratma, değiştirme çabasına karşı duyulan korkunun bir belirtisidir. Platon’un tektanrılı dinlerden önce şiire karşı çıkması ve şairleri Devlet’inden kovması, aslında bundan farklı bir şey değildir, çünkü tektanrılı dinlerin başlangıçsız ve sonsuz evren ve tanrı düşüncesine karşılık onun da, evrendeki her şeyin bir kopyası olduğu idea’ları vardı. Dünya, bu idea’ların yansımasının bir toplamıydı ancak. İnsanlar, olsa olsa bu yansımaların yansımalarını yaratabilirdi.
Böylece, şiirin kurtuluşu, insanlığın insanlaşma serüvenine, uygarlığın gelişmesine, özündeki yaratıcılık ve karşı çıkma niteliğini yitirmeden katılmasıyla mümkün olmuştur. Başta şiir, bütün sanatların özündeki bu karşı çıkma, inanca başkaldırma özelliği, onların bugün de biricik varoluş gerekçesidir. Bu başkaldırının temelinde insanı insan yapan birinci özelliğin; düşünmenin ve değiştirmenin yatması sanatları insanın en yüce eylemlerinden biri yapmaktadır.
Şiir yazmak bir eylem biçimidir, bir yaşama biçimidir. Dünyada insanca varoluşun vazgeçilmez koşullarından biridir.
Şiirden düşünceyi kovup onu yalnızca esine ve duygulara teslim oluş sayanlar, ondaki şiirce düşüncenin, şiire dönüşmüş düşüncenin farkında değiller. Ondaki düşünceyi, konuşmadaki, felsefedeki, düzyazıdaki düşünceyle karıştırmak-tadırlar. Oysa şiirde düşünce, hiç de alışılmış biçimiyle, düzeniyle görünmeyebilir. Deyim yerindeyse, yanlış anımsamıyorsam, bir konuşmasında Melih Cevdet Anday’ın dediği gibi bir karşıt düşünce, karşıt felsefe biçiminde de gözükebilir. Tıpkı resimde, müzikte olduğu gibi şiirde de düşünce, resimsel, müziksel, şiirsel bir kılığa bürünmüştür. Tersine, şiiri yalnızca düşünceye bağımlı sayanlar da onu bu alışılmış kılığına sokmaya çalışmaktadır. Her iki durumda da şiir, doku uyuşmazlığı nedeniyle düşünceyi bu haliyle reddetmekte, dolayısıyla yazılanlar şiir olmamaktadır. (Mehmet H. Doğan, “Şiir, Bugün”, Şiirde Düşünce, Sayfa 16. Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, Ağustos 2001)


Cahit Sıtkı Tarancı’ya göre şiir: Sözcüklerle güzel şekiller kurmak sanatı...
Ahmet Haşim’e göre şiir: Nesre çevrilmesi mümkün olmayan nazım, olarak tanımlanır.
R.M. Rilke’ ye göre: Tek bir dize yazmak için birçok şehri, nesneyi ve insanı görmüş olmak, hayvanları tanımak, kuşların nasıl uçtuğunu duymak ve sabahları çiçeklerin açılırken nasıl titrediğini öğrenmek gerekir.
Şiir, öznel nitelikleri ağır basan, kişiden kişiye, çağdan çağa değişen bir yazın türü olduğundan, günümüze kadar, şiirin birbirinden farklı birçok tanımı yapılmıştır.
Bence, şiiri yücelten en çarpıcı söz, ―kendi deyişiyle hiç de hoş olmayan bir atasözümüzü değiştirip― Mehmet H. Doğan tarafından söylenmiştir: Söz gümüşse, şiir altındır.
Sözlük anlamıyla şiir; duygulardan, düşüncelerden, düşlerden, özlemlerden vb. süzülmüş yaşantı birikimleri olarak, ozanların, sözcüklerin sözlük anlamlarına kimi zaman değişik anlamlar da yükleyerek, dil içinde özel bir dil yaratarak oluşturdukları imgelerden, söz sanatlarından, ritimden, uyumdan yararlanarak ortaya koydukları ve okurda estetik duygular uyandıran yazın ürünüdür.
Şiir, öz olarak dizelerden oluşan, okuru duygulandıran, heyecanlandıran yazınsal (=edebi) anlatı türüdür.
Her ulusun edebiyatı gibi Türk ulusunun edebiyatı da şiirle başlar. Destanlar, koşuklar, sagular... Türk şiirinin en eski ürünleridir. İlk Türk şairi, 8. yüzyılda, Uygurların ilk döneminde şiirler yazmış olan Aprınçur Tiğin’dir.
Şiirimiz, yüzyıllar boyunca çok değişik aşamalardan geçmiş, çeşitli faktörlerden etkilenmiş ancak hece ölçüsüne dayalı halk şiirimiz çok eski dönemlerden günümüze kadar özünü koruyarak ulaşmıştır.
Çeşitli uygarlıkların etkisiyle pek çok değişimler geçiren Türk şiiri, Tanzimat’tan sonra, özellikle içerik yönünden değişmiş; Edebiyat-ı Cedide, Milli Edebiyat ve Cumhuriyet döneminde kendine özgü nitelikler kazanmıştır.
Eski Yunan ve Latin edebiyatlarından alınan klasik sı-nıflandırma şiiri beş türe ayırır.


Özelliklerine göre şiir türleri şunlardır:
1. Epik Şiir
2. Pastoral Şiir
3. Dramatik Şiir
4. Lirik Şiir
5. Didaktik Şiir


Şiirin bu türlerinden başka, ölçüye ve uyağa (=kafiyeye) bağlanmayan ancak duygu, düşünce ve düşleri şiirde olması gerektiği incelikte işleyen, bir düz yazı türü olan mensur şiir, 19. yüzyılda Fransa’da edebiyat yaşamına girmiştir.
“Mensur şiir” terimi, 1860 yılında ilk kez Fransız şair Beaudelaire’in “Küçük Mensur Şiirler” adlı yapıtında kullanılmıştır.
Mensur şiir türünde, Halit Ziya Uşaklıgil’in (1866-1945) “Mensur Şiirler” adlı eserinden başka Servet-i Fünun, Fecr-i Ati ve Milli Edebiyat dönemlerinde birçok yapıt edebiyatımıza kazandırılmıştır.
Halit Ziya Uşaklıgil’in ‘Mensur Şiirler’inden bir kesit:
“Güneşin doğuşundan önce çıkmak, batışından sonra girmek; çalışmak, çabalamak, iler tutar yeri kalmamak... Ne için? Bir lokma ekmek için.
Soğuklarda üşümek, yağmurlarda ıslanmak, topraklarda yatmak, donmak... Ne için? Başkalarının dinlenmesini sağlamak için.
Yer altlarında hayat geçirmek, zehirli havayı solumak, rutubette ömür sürmek, güneş görmemek, insanken bir yılan gibi yaşamak, verem olmak, ölmek... Ne için? Ölmemek için...”





Söz gümüşse, şiir altındır.
MEHMET H. DOĞAN




ŞİİR TÜRLERİ


1. EPİK ŞİİR

Epik şiir, yiğitlik konularını işleyen, öyküleyici uzun şiir türüdür. Epik şiirlerde yiğitlik, kahramanlık, savaş vb. temalar işlenir. Destanların tümü epik şiir türündedir. Ör. Alp Er Tunga Destanı, Homeros’un İliada Destanı...
Yunancada “destan” anlamındaki “epope”den türetilen Fransızca “epik” sözcüğü, destana özgü, destansı, destanla ilgili, destan biçiminde yazılmış olan yapıt, yiğitlik konularını işleyen şiir anlamlarına gelir.
Tarihsel gerçeklerden kaynaklanan epik şiirde, yaratıcısının düş gücüyle tarihi gerçeklik zenginleştirilip, genişletilerek genellikle nesnel biçimde işlenmese de yine de o dönemle ilgili önemli ipuçları bulunabilir.


Epik Şiire Örnek:

Tokuş içre uruştum = Savaş içinde vuruştum
Uluğ birle karıştım = Ulularla bir oldum
Töküz atın yarıştım = İyi koşan at ile yarıştım
Aydım: Emdi al Utar! = Dedim: İşte al Utar!

(Alp Er Tunga Destanı’ından)


Anımsatma:
Epik şiirle ilgili olarak bkz. Yazınsal Anlatım Türleri, Destan



2. PASTORAL ŞİİR

Pastoral şiir, köy ve kır yaşayışını, çobanca yaşamayı konu alan, bu yaşayışı sevdirmek ereği güden şiir türüdür.
Ali Püsküllüoğlu’nun “Türkçe Sözlük” yapıtında, Fransızca “pastoral” sözcüğünün Türkçede karşılığı, “çobanıl” ya da “çobanlama”; “pastoral şiir” teriminin karşılığı ise “çobanıl şiir” olarak yer almaktadır.
Çobanıl şiirin öncüleri, eski Yunan edebiyatında Teokritos, Latin edebiyatında Virgilius, Türk edebiyatında ise “Sahra” adlı yapıtıyla Abdülhak Hamit Tarhan’dır.
Her çeşit süsten, yapmacılıktan, gösteriş ve söz oyunlarından uzak bir yapısı olan pastoral şiirin iki biçimi vardır:

1. İdil: Kır yaşamının güzelliğini, çobanıl aşkı konu alan, bir ozan tarafından yazılan kısa şiirlerdir. (İdil; Fransızca bir sözcüktür.)
2. Eglog: Doğadan, kırdan söz eden eglog, birkaç çobanın aşk ve kır yaşamı üzerine karşılıklı konuşmalarını yansıtan çobanıl şiirlerdir. (Eglog; Yunanca bir sözcüktür.)
Kır yaşamıyla ilgili bir olayın anlatıldığı eglog türü şiirler, bu yönüyle küçük bir piyes özelliği taşır.



3. DRAMATİK ŞİİR

Bir yönüyle epik şiire benzeyen dramatik şiir, kimi edebiyat kuramcılarına göre, epik şiirden doğmuş, tiyatroyu oluşturmuştur.
Şiirsel söyleyişle, insan yaşamını gerilim, çatışma, çeşitli olaylar ve karşıtlıklarıyla gerçeğe uygun biçimiyle öyküleştiren şiirler, dramatik şiirlerdir. Manzum yazılmış (düz yazı olmayan, ölçülü, uyaklı, koşuk biçiminde yazılmış) tiyatrolar (tragedyalar, komedyalar ve dramlar) dramatik şiir türünde yapıtlardır.
Eski Yunan edebiyatında Euripidies, Sophokles, Aristophanes, Aiskhylos dramatik şiir türünde tanınmış sanatçılardır. Türk edebiyatında ise dramatik şiirin temsilcileri, Namık Kemal Abdülhak Hamit Tarhan, Faruk Nafiz Çamlıbel’dir.



4. LİRİK ŞİİR

Lirik şiir, ozanın kişisel içten gelen duygularını ya da toplumsal ortak duyguları yansıtan çok etkileyici, coşkun, akıcı anlatımı olan bir şiir türüdür.
Eski Yunanlılarda, ozanlar şiirlerini lir (Yunanca:“Lyra”) eşliğinde söylediklerinden bu tür coşkulu şiirlere “lirik” denmiştir.
Lirizm, kişisel duyguların coşkulu ve etkileyici bir biçimde anlatılmasıdır.
Batı edebiyatında, Rönesans dönemi ozanlarının (Petrerca, Ronsard...) daha sonra da ilke olarak içe dönüklüğü benimseyen romantik sanatçıların (Lamartine, Goethe, Hugo, Schiller...) duygusal ve öznel bir nitelik gösteren şiirleri lirik şiir örnekleri olarak dünya edebiyatında yer almıştır.
Türk edebiyatında ise Yunus Emre, Fuzuli, Nedim, Karacaoğlan, Nazım Hikmet, Ceyhun Atuf Kansu, Ahmet Arif, Adnan Yücel ve birçok ozanımızın şiirleri lirik şiir türündedir.
Günümüzde, edebiyatın her alanında olduğu gibi bu türde de yazan, yaşayan, değerli pek çok ozanımız vardır.



5. DİDAKTİK ŞİİR

Didaktik, öğretim yöntemleri bilimidir. Öğretme ereğini güden öğretici yapıtlara didaktik yapıt denir.
Eski Yunan edebiyatında, Hesiodos, didaktik şiir türünün öncüsü olarak tanınır. Hesiodos, “İşler ve Günler” adlı yapıtında tarım, gemicilik ve ahlak üzerine bilgiler vermiştir.
Didaktik şiir, bilim, sanat, felsefe, ahlak, din vb. alanla ilgili bilgi vermek amacıyla yazıldığı için içerik yönünden eğitici, öğretici bir nitelik taşır. Öz olarak öğretici, eğitici şiirlere didaktik şiir denir.
Satirik (yergisel) şiir olarak da bilinen hiciv (=yergi) şiirleri de didaktik şiir sayılır.
Edebiyatımızda, didaktik şiire örnek pek çok şiir vardır:
Yusuf Has Hacip’in, ideal bir devlet yönetiminin nasıl olması gerektiğini simgelerle anlattığı Kutadgu Bilig (Hükümet Olma Bilgisi) adlı yapıtı... Aşık Paşa’nın, Türklere tasavvufu öğretmek için, Garipname’si... Edip Ahmet Yükneki’ nin, ayet ve hadislere dayanarak İslam ahlakını öğretmeye çalıştığı, Atabet-ül Hakayık (Gerçeklerin Eşiği)... Hoca Ahmet Yesevi’nin, Divan-ı Hikmet (Bilgece Söylenmiş Söz Divanı)... Nabi’nin, oğluna yaşadığı dönemin toplumsal yaşamını, geleneklerini, İslam ahlakını öğretmek için yazdığı, Hayriyye adlı mesnevisi, didaktik şiir türünde yapıtlardır. Ziya Paşa, Tevfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy ve birçok ozanımız da edebiyatımıza didaktik şiir türünde önemli yapıtlar kazandırmışlardır.
Günümüzde, didaktik şiiri, şiir değeri taşımayan bir koşuk yazı olarak tanımlayan (Ör. bkz. Türkçe Sözlük, Ali Püsküllüoğlu, didaktik şiir: biçimsel yönden şiire benzemekle birlikte şiir değeri taşımayan, gerçek ereği bir düşünceyi aşılamak, belli bir konuda öğüt vermek, bilgi aktarmak vb. olan koşuk yazı.) ve didaktik şiiri şiirden; didaktik şiir türünde edebiyatımıza çok önemli yapıtlar kazandıran büyük ozanlarımızı da şair saymayan bugün var yarın yok kimi entelektüellerin didaktik şiirle ilgili yargılarına karşılık, Tevfik Fikret, Nazım Hikmet ve didaktik türde yapıtlar veren, ölümsüzleşen, yukarıda adlarını andığım ozanlar, acaba ne yanıt verirlerdi? Bilmiyorum.
Kesin olan şudur: Şiir, düşüncesiz olamaz, çünkü bütün sanatlarda olduğu gibi şiirin özünde de var olana boyun eğmek yerine onu değiştirme çabası, boş inanca başkaldırı ve yaratıcılık vardır. Şiir, insanın düşünme, yaratma, değiştirme çabasının bir ürünü ve inanma’ya karşı bilme’nin, düşünme’nin savaşımıdır.
Şiiri düşüncesizleştirmek isteyenler, insanın düşünme, yaratma, değiştirme çabasından korkanlar ya da insanlığın insanlaşmasında, uygarlığın gelişmesinde sanatçı sorumluluğundan, sorunlardan, kalıcı gerçeklikten kaçışı bir şairin, bir sanatçının, bir aydının tarafsız yaşam biçimi sananlardır.
Birincilerin, şiirden, düşünceden korkanların Platon’ dan günümüze kadar yüzyıllardır şairlere, aydınlara neler ettikleri yüzlerce ciltlik başlıbaşına bir araştırma konusudur.
İkinciler ise sırça köşklerinde, sözcüğün, biçimin, içeriğin, anlamın iktidarını kırma hevesiyle, parçalanmış yaşamların, baskının ve nefessizliğin, umutsuz kalmanın, yani insanoğlunun kırık imajının yansımalarını toplamaya çalışarak ‘hayatta kalabilme savaşımı’ veriyorlar, tümüyle içe kapanışın ve anlamsızlığın derin sularında boğulmuş durumda.


(...)
bu masallar masalı “kağıt aleminin”
tükenmişliğin bilinçaltını sayıklayan son yolcuları birer birer
gözden kaybolurken “tuzlu suyun önünde”
coşkulu, bilgi dolu, bilimsel şiirler yerine
“saf, belki de boş, anlamsız...” söz yazarak
giderek azalan sayılı sözcüklerle
“yıllarca zarfları kanatıp” eskinin sarayında
hiçbir iç bütünlük taşımayan lafebelikleriyle kıs kıs gülerek:
“yine anlayamadı salaklar...” tepkisi gelecek olsa da
bizim için, söylenecek ancak bir söz var:
“onlar ermiş hayaline,
“biz erelim hakikatine!”

Aralık 1997 / Şiir Üzerine -2- Son Bölüm
Erdoğan Bakar





Bu Kitap İçin Son Söz:

Her yapıtın, yanlışları ve en azından bir eksiği olabilir.
Yazma sanatı ya da kompozisyon bilgileri de sadece bu kitaptaki bilgilerle sınırlı değil. Ayrıca, konularla ilgili daha çok bilgi edinmek için tek bir kaynağa, tek bir görüş açısına bağlı kalmamak gerekir.
Çok gezenler, çok yaşayanlar değil çok okuyan ama okuduğu şeyleri, düşünceleri bilim yöntemi ile bilimin süzgecinden geçirenler bilir.
Bu yargımı bir yönüyle -yakın anlamıyla- vurgulayan bir atasözümüzü değiştirerek şu şekilde söylersem, sanırım hiçbir sakıncası olmayacaktır:
Sel (öznel bilgi) gider, kum (bilimsel bilgi) kalır.
Barışın, bilimin, bilimsel demokrasinin, sevginin ve sanatın egemen olduğu bir ülke, bir yaşam için: Barışla, bilimle, sevgiyle, sanatla kalınız.
Teşekkürlerimle... 29 Aralık 2008
Erdoğan Bakar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder